Seküler anlayışların domine ettiği muhafazakar toplulukların yaşadığı coğrafyada, önyargılı yaklaşımın, empati kurama yoksunluğunun oluşturduğu kaotik ortamlarda akıl, mantık ve pragmatik yaklaşımla olayları tartışmak, çözüm üretmek mümkün olmuyor.
Düşünce dünyasından uzak, feodal zihin yapısıyla bağnazlığın oluşturduğu politik mantalite, ülke yönetimini tekdüze anlayışa maruz bırakmakta, farklı etnik, mezhep, meşrep ve kültürel aidiyetlere hayat hakkı tanınmamaktadır.
Muhafazakar, etnik milliyetçi, sol sosyalist bağnazlıkların oluşturduğu hamasetle, farklılıkları düşmanlıklar üzerine bina ederek, ötekini yok etme anlayışına evirmekte, düşünme melekelerini dumura uğratmaktadır.
Bu coğrafyanın tek adam rejimi iktidarları, konformist kafa yapılarıyla üretmeden tüketmeyi, halkları fakirlik ve yoksullukla boğuşurken itibarlarından tasarruf etmemeyi, günübirlik kısır politik döngüleriyle ile hayatı zindana çevirerek lüks ve şatafat içinde yaşamayı doğal hakları gibi görmektedirler.
Bu baskıcı rejimlerin ortak özelliği iktidarlarının devamı için, çatışma dilini kullanarak taraftarlığını güçlendirmekte, ülkede bölünme endişelerini topluma empoze ederek halkı ayrıştırarak iktidarlarını sağlama alma çabası içine girmektedirler.
Doğal haklarından yoksun bırakılan politik, etnik, mezhepsel toplulukların üzerine baskı kurarak sindirme yöntemleriyle, dillerini ve kültürlerini yaşama taleplerini ya yok sayarak, ya da sürekli öteleyerek zaman kazanmaya çalışmaktadırlar.
Toplumların ötelenen istekleri sorunlar yumağı haline gelerek içinden çıkılmaz bir hal aldığında ise, devlet gücünün otoriter yapısı gösterilerek bastırılma yoluna gidilmektedir. Çatışmalar başladığında ise uluslararası emperyalist güçlerin müdahalesine zemin hazır olmuş olur ve korkulan sonuçla yüzleşmek zorunda kalırlar.
Irak, Suriye ve Libya bunun en bariz örneğini oluştururken, Mısır, Tunus, Cezayir gibi bazı ülkelerde askeri darbelerle süreci uzatma yolunu seçmişlerdir.
Dünyadaki çağdaş devlet oluşumlarında; özgürlük, demokrasi, insan hakları, yaşama hakkının önceliği gibi temel değerler gücünü anayasal haklardan alır. Anayasanın amacı toplumsal mutabakatla toplumlarının tüm katmanlarının kendini ait hissettiği, güvenilir, uygulanabilir bir anayasa ile, birlikte yaşama kültürünün oluşması ve barışık aidiyetlerin gelişmeleri sağlanmış olur.
Osmanlı bakiyesi olan toplumumuzun çok katmanlı olması nedeniyle, politik, etnik, dini, mezhepsel farklılıklarının devlet yapısı içerisinde tanınması için taleplerinin anayasaya yansıtılmasını savunmaktadırlar.
Cumhuriyetin kuruluş felsefesini önceleyen laik seküler kesimle, devlet kurallarını dini yaşam tarzına yönelik esnetmeye çalışan muhafazakar milliyetçi dindarlar arasında da sürekli bir çatışma olmuştur. İktidarların el değiştirmesiyle birlikte rövanşist anlayışla sorun giderilmeye çalışılmıştır.
Bu tartışma konularından bir tanesi de anayasanın ilk üç maddesi ve ilk üç maddenin değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğine ilişkin 4. Madde üzerinde tartışmalar olmuştur. 1980 askeri darbe anayasa değişikliği ürünü olduğu bilinen anayasanın 4. Maddenin anayasanın 6. Maddesine konulan Atatürk’e ait olduğu ifade edilen, “Hakimiyet Kayıtsız, Şartsız Milletindir” düsturuna uymadığı ifade edilerek esnetilmesi isteniyor.
Hakimiyetin millete ait olduğu bir anayasada kutsal metin gibi değişikliğin teklif dahi edilememesi, vesayet anlayışının dayatması olarak değerlendirilmekte, normal demokrasinin yürürlükte olduğu ülkelerde halkın iradesinin üzerinde bir iradeden bahsedilmemesi gerektiği tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
Ülkemizde anayasa değişikliği cumhuriyetin kuruluşundan bu yana defalarca yapılmasına rağmen toplumsal mutabakat anlamında bir çözüm üretilememiş, değişiklik talepleri demokratik bir anlayıştan ziyade, rövanşist bir mantaliteyle iktidarların gücünü pekiştirmeye ve elini güçlendirmeye yönelik popülist bir anlayışa hizmet etmekten öteye gidememiştir.
Sürekli tartışma konusu haline getirilen Anayasa Mahkemesi Kararlarının, şahsa, duruma, konuma, göre adaletsiz, keyfi ve eşitlikten uzak uygulanması, değişiklik çabalarını anlamsız kılmakta, inandırıcı bulunmamaktadır.
Anayasanın 11. Maddesi gereğince, “Anayasa hükümleri istisnasız bir şekilde herkesi bağlar ve herkes Anayasaya uymak zorundadır.” Hükmüne rağmen siyasi parti yetkililerince ve bazı yargı organlarınca eleştirilmesi, kararların yerine getirilmemesi, yapılacak yeni anayasa değişikliğiyle uyulması hususunda şüphelere yol açmaktadır.
Katılım ve müzakerenin olmadığı, farklı katmanların isteklerinin önemsenmediği bir anayasa metninde “uzlaşma” aranması beklenemez.
Eğer uzlaşma aranacaksa, hukuk ve adaleti güçlü olana, iktidarı elinde bulundurana özgü değil, toplumun tüm katmanlarının içinde yer alabileceği demokratik kuralların anayasal kural haline getirileceği toplumsal bir mutabakata dönüşmelidir.
Birliğin, beraberliğin, güçlü bir devlet mekanizmasının yolu kurallara uymaktan geçer.
Yoksa kâğıt üzerindeki anayasa değişiklikleri boşa bir çabadan ibaret olur.
Saygılarımla…
YORUMLAR