Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
CAHİT BAYRAK

TARİH BOYUNCA DİNE YÖN VERENLER VE DİNİ FANATİZM

İnsanoğlu, çevresini tanıma isteğiyle bilinmezlik içindeki doğayı, evreni, güneşi, ayı ve yıldızları anlamaya çalışmıştır. Gücünün yetmediği, anlamakta zorlandığı doğa olaylarında kendisine sığınabileceği bir güç aramıştır. Deprem, sel, yangın, kuraklık ve hastalık gibi doğal afetler karşısında çaresiz kalınca, yaratıcısı olduğuna inandığı bir varlığa sığınma ihtiyacı duymuş, onu memnun edip bu felaketlerin üzerlerinden kalkmasını sağlamayı istemiştir.

İnsan, gecenin karanlığını, gündüzün aydınlığını, güneşi, yağmuru, havayı ve suyu merak etmiş, bu sorularına cevap aramıştır. Gecenin sakinliği, mehtabın romantizmi, gölgenin serinliği ve barınmanın mutluluğu insana cazip gelmiş; ateşin yakıcılığı, selin felaketi, ölümün çaresizliği ve hastalığın ızdırabı ise korkutmuştur. Düşmandan korunma, sevgi, şefkat ve merhamet duygularıyla yardım isteyecekleri bir güce sığınma arzusu, şaşkınlık ve merakla birleşerek inanç kültürünü oluşturmuştur.

Muhteşemliği itibarıyla evrenin bilinmezliğinde kendini güçsüz hisseden insan, çareyi birlikte yaşamda bulmuş, topluluklar oluşturmuştur. Evreni, doğayı ve olayları çözmek için arayışa geçerek bulamadıkları cevaplar karşısında sığınabileceği bir güç aramış, çaresizlik içinde doğaüstü güçlere atfedecekleri inanç yöntemleri geliştirmişlerdir. İlkel topluluklar, pagan dönemlerinde insanların güç atfettiği varlıklar olarak aya, yıldızlara, güneşe ve doğaya tapmışlardır. Dini önderler olan Şamanlar, inançlarını şekillendirmiş, farklı bölgelerde çeşitli inanç toplulukları oluşturulmuştur. Kendilerine güç atfettikleri putlar ve totemler ile dini ritüellerini yerine getiren topluluklar, ayinlere ve dini adetlere yön veren Şamanlar etrafında şekillenmiştir.

Tarih boyunca topluluk oluşturma ihtiyacı, en önemli argümanlardan biri olmuştur ve bu ihtiyaç, çeşitli ritüellerle din haline gelmiştir. Dini anlayışlar toplumları birbirine yaklaştırmış, farklı etnik yapıları bir araya getirmiş ve toplulukların dayanışmasını sağlamıştır. Çoğu toplulukta din, örf ve adetlerin önüne geçmiş, gerçek kardeşliğin din kardeşliği olduğu kabul edilmiştir. Yüce bir güce inanma ve dua ederek yardım istemek, insan yaşamının vazgeçilmezleri arasında yer almış ve tarihin her döneminde canlılığını korumuştur.

Medeni topluluklar oluşturan insanlar, krallarını ve liderlerini güçlü görerek bu gücü tanrısal bir güç haline getirmiş, kutsamış ve tanrılaştırarak adlarına tapınaklar yapmışlardır. Babil ve Asurlular, tanrılarını efsaneleşmiş kahramanların resimlerine dönüştürerek heykellere biçim vermişlerdir. Mısır’da halk, Güneş tanrısı Ra’nın firavunlarda vücut bulduğuna inanmıştır. Grekler, putperestlik anlayışında çeşitli tanrılara cinsiyet atfederek onları güzel erkek ve kadın heykelleriyle yansıtmışlardır. Hindistan’da kurulan Budizm, insan mutluluğunu aramakta ve insanı ıstıraptan kurtarmayı hedefleyen bir dini anlayış geliştirmiştir. Konfüçyanizm, Çinli filozof Konfüçyüs’ün fikirlerini temel alan bir inanç sistemidir. Antik Çin’de ortaya çıkan Taoizm, kahramanlarını ve imparatorlarını tanrılaştırmıştır. Afrika’daki bazı kabileler, reislerinin kahramanlıklarını heykellerle ebedileştirmeye çalışmış ve putlaştırıp tapınmışlardır.

Tüm inanç sistemlerinin ortak noktası, ölüm sonrası iyi insanların bu dünyada ulaşamadığı huzur ve mutluluğa, bolluk ve berekete ölüm sonrasında ulaşacağı, kötü insanların ise semavi dinlerde ceza ile cezalandırılacağı inancıdır. Bu inanç kültürlerinin hemen hemen hepsinin ortak özelliği, tanrılarını ve putlarını temsil eden din adamlarının toplumu yönlendirmesidir. Dinlerine bu din adamları yön vermiştir.

Semavi dinlerin kitaplarında belirtildiği üzere, insanoğlunu ıslah etmek, dini Allah’a has kılmak ve barış içinde adaletle yaşayabilmek için Allah tarafından resuller, nebiler ve uyarıcılar gönderilmiştir. Resullere ayrıca kitap verilmiş, günümüze kadar ulaşan Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an olmuştur. Semavi dinlerin hepsinde, topluluklarına yön veren din adamları, semavi kitaplarındaki emirlere göre anlayış geliştirmiştir. Din adamları, kurallar koyarak dinin ritüellerini oluşturmuş, inananların bu ritüellerle ibadet ederek insani ilişkilerini dinleri çerçevesinde yerine getirmeleri gerektiğini telkin etmişlerdir. Aynı dini kaynakları farklı yorumlayan din adamlarının etrafında oluşan topluluklar mezhepleri oluşturmuştur. Devleti yöneten krallar, şahlar ve padişahların desteklediği mezhep ve dini anlayışlar dominant hale gelmiştir. Binlerce yıldan bu yana dinler, mezhepler arasındaki ihtilaflar ve savaşlar etkisini günümüze kadar sürdürmüş ve siyasete yön vermeye devam etmiştir.

Dini fanatizmin oluşmasına yine din adamları yön vermiş, dindar olanlarla olmayanlar arasında hangi dinin gerçek din olduğu konusunda tartışmalara yol açmışlardır. Gerçek dinin kendi dinleri olduğuna inanan müntesipler, dinlerini yaymaya çalışmış, kabul görmeyince zorla, dayatmayla veya toprakları fethederek kabul ettirme yoluna gitmiştir. Tarih boyunca savaşlarla devletleşme süreçlerinde din, en belirleyici toplumsal olay olmuştur. Günümüzde dünya üzerindeki devlet yapılarına baktığımızda genellikle dini toplulukların oluşturduğu devlet yapılarını görmek mümkündür.

Devletleşen din, siyasetin şekillendirilmesine de yön vermeye başlamıştır. Din adamlarının devlet yönetimlerinde söz sahibi olması, devlet yöneten krallar, şahlar ve padişahlarla zaman zaman çatışmalara yol açmıştır. Fanatik dini anlayışların etkin olduğu dönemlerde çatışmalar yaşanmış, savaşlar çıkmıştır. İnsanlığa iyilik, güzellik ve adalet getireceğine inandıkları dinlerini insanlara cehennemi yaşatarak icra etmeye başlamışlardır. Günümüzde hala devam eden bu durum, İsrail-Filistin savaşı ile kendini göstermektedir.

Müslüman, Hristiyan ve Yahudi din mensupları, aynı yöntemlerle hareket etmekte; tarih boyunca çatışmalardan nemalanarak insan kanı dökmekte, dinlerinin kutsal mekanları olduklarını iddia ettikleri yerleri ele geçirmek için insanlık adına utanç duyulacak soykırımlara sebebiyet vermektedirler.

Bütün dinlerin kitapları “haksız yere kan dökülmemesi” gerektiğini tavsiye etse de, bu tavsiyelere uyulmadığı için kan dökülmeye devam etmektedir. Tarih boyunca din savaşlarından daha acımasız savaşlar olmuş olsa da, din savaşlarında çok acımasızca katliamlar yapılmıştır. İsrail’in din adına verdiğini iddia ettiği savaşta kitle imha silahları kullanarak her yeri yakıp yıkmakta, canlıları yok etmektedir. Hristiyan ülkeler İsrail’e silah ve mühimmat vererek katliamlarına ortak olmaktadır. El Kaide, DAEŞ, Boko Haram ve El Şebab gibi sözüm ona İslami cihat örgütlerinin vahşi katliamları da benzer bir şekilde gerçekleşmektedir. Budistlerin, Hinduların ve Çinlilerin Müslüman topluluklara yaptıkları zulümler de din adına yapılmaktadır.

Bu acımasızlığın kaynağını dinlerde mi, dini fanatizmlerde mi yoksa tarihi öç alma duygularında mı aramak gerekir?

Dini bağnazlıklar, fanatizm, toplumlarına ölüm, yıkım, sefalet ve yoksulluktan başka bir sonuç getirmemiştir. Kur’an’ın ilk emri “oku”, Tevrat’ın ilk emri “yaşat”, İncil’in ilk emri “sev”, Zebur’un ilk emri “dürüst ol” olduğu halde, Siyonist Yahudiler öldürmeye, Müslümanlar okumamaya, Hristiyanlar nefret etmeye ve hepsi birden hile yapmaya devam etmektedir. Toplumlarını ıslah edemeyen bu dinler, dünyayı “Cehenneme” çevirirken müntesiplerine “Cennet” vadediyor.

Musevilik inancında uyulması gereken “10 emirden” biri “öldürmeyeceksin” derken, öldürmeyi kutsal bir anlayışa dönüştüren İsrail, kadın, çocuk ve yaşlı demeden kitle imha silahlarıyla tüm canlıları yok ederek “vadedilmiş topraklara” dini bir vecibe olarak sahip olmaya çalışmaktadır.

Hristiyanlar tarafından 1095 tarihinde Kudüs ve çevresini Müslüman yönetiminden geri almayı amaçlayan Haçlı Seferi ile başlayan savaşlar, yüzyıllar boyu süren bir kanlı seriye dönüşmüştür. Bu savaşlar, yüzyıllar boyunca ölümler ve yıkımlardan başka bir şey ortaya koymamıştır. Kudüs’ü ele geçirdiklerinde, taş üstüne taş bırakmayarak Müslümanları kılıçtan geçirmişlerdir.

Avrupa tarihinin en yıkıcı mezhep savaşlarından biri olan “Otuz Yıl Savaşları”, 1618’den 1648’e kadar sürmüştür. Bu savaşlarda tahminen 4,5-8 milyon insan ölmüştür.

Avrupa’nın siyasi ve sosyoekonomik durumu, Katolik Kilisesi’nin dini otoritesine başkaldırı olarak ortaya çıkan reform, din adına yapılan baskıcı uygulamalara karşı bir kurtuluş umudu olmuştur. Batı toplumu hastalıklar, savaşlar ve yoksulluklarla yüzyıllarca mücadele etmek zorunda kalmış; ne zaman ki Martin Luther’in mücadelesiyle Protestanlık anlayışını geliştirerek kiliseyi ülke yönetiminden uzaklaştırdığında düşünme melekeleri gelişmeye başlamıştır. Coğrafi keşiflerin yapılmaya başlaması, astronomi, matematik ve tıp gibi alanlarda bilimsel çalışmaların gelişimi, kişisel hak ve özgürlüklerin artırılması ve insana değer vermeyi amaçlayan hümanist akımın ortaya çıkmasıyla Avrupa’da Rönesans adı verilen yeni bir dönem başlamıştır.

Sonuç olarak, din toplumsal dayanışmanın ve değişimin önemli faktörlerinden biridir. Ancak din, bazen toplumsal değişimin motor gücü olurken, bazen de değişmenin önündeki en büyük engellerden biri olmuştur.

Dolayısıyla nerede bir toplum varsa mutlaka bir dini vardır. Nerede bir din ortaya çıkmışsa, zaman içinde kendi toplumunu, grubunu belli bir süre de olsa mutlaka oluşturmuştur. Büyük medeniyetler ve toplumlar hep bir dinin etkisiyle ortaya çıkmıştır. Toplumların yükseliş ve çöküşlerinde din faktörünün önemi büyüktür. Din ve toplumu birbirinden bağımsız düşünmek mümkün görünmemektedir. Tarih boyunca dinsiz bir topluma rastlanmamıştır.

Toplumların yapısal değişmelerinde etkili olan faktörlerden biri olan dini, dünyanın cehennemine değil, cennetine çevirmek gerekmez mi?

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER