Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Mehmet Uzun

ÇİLELİ HAYATLAR 11

Sevgili okurlarım, sizlerle buluşmak için hep can atıyorum. Ancak biliyorsunuz ki bu yıl tüm benliğimi, ruhumu ve sevgilerimi alıp gitti; acılarım tavan yaptı. Ama biz gazeteciyiz, yazmak zorundayız; elimiz kalem tuttuğu müddetçe. Tekrar sizlerle buluşmaktan ve Başkent Postası Gazetesi’nde olmaktan çok mutluyum.

Rahmetli anneciğim dördüncü kardeşimi dünyaya getirdikten sonra hayatımız biraz daha zorlaştı. Babam daha çok çalışmaya başladı, anneciğim de bağ ve bahçelerde daha çok uğraş vermeye başlayarak bize ayıracak zaman bulamaz oldu. Biz kendi halimizde bir şeyler bulup yiyorduk; o zamanlar temizlik maddeleri de yok, sadece kül ve sabun var. Anneciğim çamaşırları ya derede ya da pınarın yanında ateş yakarak suları kaynatarak yıkardı. Artık evde halam ve abimle beraber sekiz can olmuştuk. Babam yetiştiremiyordu. Evde artık huzursuzluk başladı, babamla annem tartışmaya başladılar. Artık yetmiyordu yiyeceğimiz, giyeceğimiz; biz onlar tartışırken çok üzülüyor, çok korkuyor ve ağlıyorduk. Biz ağlayınca onlar tartışmayı kesiyorlardı. Her ikisi de bize sarılıyor, Rabbimizden rızkımızı bol vermesini diliyorlardı.

Zaman su gibi akıp gidiyor. Ben ilkokulda hep birinci oluyordum. Annemle babam benimle gurur duyuyorlardı. Artık büyümeye başlamıştım, bağda ve bahçede çalışacak duruma gelmiştim. Abim ortaokula başlamış, yazın gelince o da yardım ediyordu. Babamın eli biraz rahatlamıştı, o artık şehirde ve ormanda çalışıyor, yazın biz de gidip yanına az çok bütçemize katkı sağlıyorduk. Günler aylar böyle geçiyordu. Bazen kışlar çok şiddetli geçiyor, bazen de yazlar. Köyde çok aile bizim gibi yoksuldu; yerleri çok olanlar biraz daha rahat yaşıyorlardı. O zamanlar buğday ofisleri vardı; köyümüze on kilometre uzaklıkta, nüfusa göre buğday veriyorlardı. Gidiyor, sırtımızda getiriyor, su değirmeninde öğütüyorduk. Anneciğim bize yufka ekmek yapardı, saçta; kuzine yoktu, mis gibi kokardı o yufkalar, ekmekler. Tereyağı bol olurdu, sıcak sıcak yufkanın arasına koyar, ayranla beraber yer, karnımız bir güzel doyardı. Her şeye bir şekilde çare bulunuyordu ama bitler ve tahta kurusuna bir türlü çare bulamıyorduk. Vücutlarımız kaşıntıdan hep yara bere içinde kalıyordu, köyde herkes böyleydi. Derken DDT denen bir ilaç çıktı. O biraz önledi ama yeterli değildi. Daha sonra Gamatox diye bir ilaç daha çıktı, o da tam bitiremedi. Hayatlarımız böyle yoksulluk içinde geçerken bizler yine de mutluyduk. Halimize şükrediyorduk. Kışın kar yağdığında altı ay erimek bilmiyordu. Değirmen yollarını bile köylüler birlikte açıyorlar, şehirle hiçbir bağlantı kalmıyordu. Araba yolu hiç yoktu zaten.

Biz böyle yaşarken en küçük kardeşim de 2.5 yaşına gelmiş, yavaş yavaş yürümeye başlamıştı. Biz de onu çok seviyorduk; onunla ağaçtan arabalar yapıp oynuyorduk. Derken annem beşinci kardeşime hamile kaldı. O zamanlar doğum kontrolü kimse bilmiyor ve hamileliği önlemek günah sayılıyordu.

Sevgili okurlarım, bir dahaki yazımda buluşmak umuduyla hepinizi Rabbime emanet ediyorum. Saygılar, sevgiler sunuyorum.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER