− Otur klavyenin başına yaz. Ne yazıyorsun? Hangi hikmeti, hangi üst düzey hikmetli sözler söylemiş insànları okudun, tanıdın?
− Pek tanımam, pek de okumam yoktur… Hele artık bu çağda internetten bul, kopyala getir yazım diye yapıştır. Fasa fiso şeyler yazsam da çok yazdığım için bana entelektüel diyorlar görmüyor musun?
− Görüyorum da entelektüel olmak öyle kolay değil. Sen öyle bazı yakınlarının veya cahillerin meth-ü sena etmesine aldanma. Dur, ben sana gerçek bir münevverin hayatından birkaç sahife anlatayım:
* * *
Osmanlı Devleti’nin son dönemleri ile Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşayan, entelektüel ve zarîf mizaçlı bir Mevlevî olan, edebiyat, tasavvuf, dil araştırmaları konularında yazdığı yüze yakın eser ve dîvânıyla son yüzyılın en önemli şahsiyetlerinden sayılmış Tâhirü’l-Mevlevî’den bahsedeyim.
Bu zat, Osmanlı Devleti medeniyet tasavvurunun, edebiyat üzerinden Cumhuriyet dönemine taşınmasında büyük emeği olan münevver (gerçek entelektüel) gazeteci-yazar- mütercim bir kıymetli şahsiyettir.
Bunlardan bazıları üniversitelerde tez konusu olmuştur. Meselâ, XVIII. yüzyılda yaşayan ve Osmanlı’da çeşitli rütbelerde devlet hizmetinde bulunan dîvân sahibi şâir Sünbülzâde Vehbî Efendi’nin (ö. 1809) “Tannâne” ve “Tayyâre” isimli kasîdelerinin şerhini yàni açıklamalarını yazmış, bunlar büyük eserler olmuştur.
Edebiyatımızda, şiirde nazım şekli olarak (övgü mahiyetli) kasîde türünden sayılsalar da muhtevâ bakımından diğer klâsik kasîdelerden ayrılırlar. Sünbülzâde Vehbî’nin (I. Abdülhamid’e sunduğu iki rapor niteliğindeki) «Tannâne ve Tayyâre Kasîdeleri» böyledir.
Tâhirü’l-Mevlevî, İstiklâl Marşı şairimiz Mehmed Akif ile ünsiyet kurmuş, onun tavsiyesi ile de Sırât-ı Müstaqîm ve daha sonra Sebîlürreşad dergilerinde Farsça tercümeleri yayımlanmıştır.
1920’de İskilipli Mehmed Âtıf (hoca) Efendi’nin ilmî ve dînî alanda faaliyet gösteren Teâlî-i İslâm Cemiyeti’ne de girmiş, fakat Kuvâ-yı Millîye aleyhinde propaganda amacı güden bir beyannamenin Anadolu’da dağıtılmak istenmesine kızarak cemiyetten ayrılmıştır.
Hükmü Cenâb-ı Allah verecek lâkin biz 4 Şubat 1926 günü sabaha karşı idam edilerek şehid olan Atıf hoca mı haklıydı yoksa Tâhirü’l-Mevlevî mi konusuna karışmadan devam edelim:
Kuvâ-yı Millîyecileri İstiklâl Savaşı nedeniyle (haklı olarak) kayıran bu uğurda çok sevdiği işini de kaybedip sefalet çeken Tâhirü’l-Mevlevî’ye onlar hiç acımamış, Fâtih Câmîi’nde haftada bir gün Mesnevî-i Şerîf okuturken, vâizlerin sarık sarabileceğine dair kanun olmasına ve Diyanet İşleri Riyâseti’nden Fâtih Câmîi’ndeki mesnevî-hânlığından dolayı sarık sarmaya izni bulunmasına rağmen başına sarık sardığı için soruşturma geçirmek üzere evine gönderilen polislerce karakola götürülmüştü.
Yaklaşık yirmi gün nezarette tutulduktan sonra İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmak üzere trenle Ankara’ya sevk edilmiştir. Yanında bulunan yakın dostları Su’ûdü’l-Mevlevî (ö.1948) ve Ömer Rıza (Doğrul) Bey (ö.1952) ile birlikte Ankara Cebeci hapishanesinin sekizinci koğuşunda da yaklaşık kırk beş gün tutuklu kaldı. 3 Şubat 1926 tarihinde beraat ederek İstanbul’a dönmüştür.
Merhum Atıf hocanın avukatlığını da o üstlenmişti. Mahkeme esnasında Atıf hoca Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) rü’yâ gibi bir halde kendisine “ne savunması, bize kavuşmayı erteliyor musun?” demesi üzerine Atıf hocanın savunmayı yırtttırdığını söyler.
Bu vesile ile gani rahmet diliyorum. Gerçek münevverlerin hayatını en hülasa şekilde sunmak bile fevkalâde zor. Affınıza sığınıyorum. 21.07.2022
YORUMLAR