Tanzimat devri devlet ve fikir adamı, gazeteci şair (Abdülhamid Ziyâeddin) bilinen ismiyle Ziyâ Paşa (d. 1829, İstanbul – ö. 17 Mayıs 1880, Adana) merhum, müthiş bir hiciv ustasıydı.
Mevki ve makamı ne olursa olsun muhataplarına harbiden (mertçe), öyle sun’î beray’ı nezaketle değil, lafını ezmeden dik, dobra konuşur, diyeceğini çekinmeden dermiş.
Üstelik bakmayın «Paşa» unvanına. Onun paşalığı, (Osmanlı ecdadımız zamanında) valilik, vezirlik gibi yüksek sivil görevlerdeki bürokratlara verilen bir unvandır yalnızca.
Yàni öyle emrinde tugaylar, tümenler olan hem Osmanlı hem sonrasında (Cumhuriyetli yıllarda yasaklanmasına rağmen), albaydan yüksek rütbeli (Tuğ, tüm, kor ve orgenerallere (emekli olsalar da) halk dilinde verilen bir askerî unvan değildi paşalığı.
Eşek ya da merkep teşbihli beyitleri, merhumun ziyâdesiyle beğendiğim hicivlerindendir. Bugünkü konumuzla alâkalı bir misâlle başlayım:
“Dehri arasan binde bir âdem bulamazsın, / Âdem görünen harları âdem mi sanırsın?”
Bugünkü fakir Türkçe ile şöyle: “Dünyayı arasan binde bir (hakka) insàn bulamazsın, / (Be câhil adam, sen şimdi şu sürü sepet) İnsàn kılıklı eşekleri (tanıyamıyor da, bunları da) insàn(dan) mı sayıyorsun?”
Merhum üstad, bu türden lafları Osmanlı devrinin tanzimatlı (tükeniş) yıllarında söylemiş olsa da o devirde henüz ahlâk bu denli tefessüh etmemişti. Ya bugün? Biz şimdi şu hal-i pür melâlimizi, Ziyâ Paşa’dan yardım almadan, başka nasıl tasvir edelim?
Milletçe ahlâkımız bozuldu. Fakat elbette bunun birinci sorumlusu millete (gûya) rehberlik edenler ve ricâl-i devlettir. Yüzbine yakın camimiz var ve fakat bunların bilemedin yüz tanesinde vasıflı ve hakikaten işin hakkını verebilen hocaefendi çıkar.
Ricâl-i devletin durumu zaten düşman başına. Herif ezik, mevki ve makam için yanıp tutuşuyor. Sonra es kaza eline geçince kuduruyor. Eskilerin mebusluk, yenilerin milletvekili dediği ve gûya millete hizmet etsinler diye seçtiklerimize bak. Burunları Kaf Dağı’nda…
Oysa Ziyâ Paşa deyişiyle, “Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma? Zerdûz pâlân ursan eşek yine eşekdir.”
(Özü kötü, cibilliyeti bozuk olanlara giydiği üniforma hiç makam veya yetki kazandırabilir, asalet verebilir mi? (Sıntına) Altından yapılmış semer vursan eşek yine eşektir.) Bu beyitteki îmâ malûm: “O altın işlemeli paşa apoletli rezillerin veya kimi mevkilerdeki heriflerin çalımı seni üzmesin, onlar (esasen) hâzâ (bildiğin, tam anlamıyla) eşşektir…”
Koca Râgıb Paşa da bu minvalde şöyle demiş: “Ederdi sûret-i dünyâyı âdem pûşiş-i dîbâ / Eğer pâlân-ı zerdûz ile esb olsaydı merkebler”
(Şayet altın semer vurmakla eşekler at olsaydı âdem, yàni insànoğlu dünyayı kötü bir yer değil, ipek örtülü bir güzel kılmış olurdu. Hiç böyle şey olur mu, o hâlde bu hülyalardan kurtul, gerçeği gör. Sen eşekleri de adam yerine mi koyuyorsun?)
Başta telafuz ettiğimiz “ahlâkî tefessüh” yàni ahlâken bozulma, çürüyüp dökülme, kokma birinci meselemiz olmalıdır. Aksi halde daha uzun zaman insàn sesi yerine merkep anırmaları işitecek ve çok geçmeden de her şeyimizi kaybetmiş olacağız.
Yalnız hocaefendiler değil, tüm münevverler, nâfiz ve müessir olmalı. Yàni öğütleri içe işleyen, tesirleri cemiyete nüfuz eden bilge ve ahlâken güzide insànlar olmalılar. Türkiye kurtulmak istiyorsa kurtuluşun reçetesine (İslâm’a) sahip ve reçete de topluma nâfiz olmalı. 07.04.2022
YORUMLAR