Emre Kongar Bey, Cumhuriyet nâm ceridedeki köşesinde «Karanlık siyaset ve güneş» başlığı ile edebiyat parçalamış aklınca CB Erdoğan’a çakmış…
Dervişin fikri ne ise zikri de odur demişler. Velev ki zat-ı muhterem derviş olmasın. Okuyunuz bana hak vereceksiniz:
“Sevgili okurlarım, gazeteniz Cumhuriyet gerek evrensel gerekse ulusal tarih ve değerler açısından daima “Aydınlanmanın, Atatürk’ün, Yunus Nadi’nin, Nadir Nadi’nin ve sevgili dostum İlhan Selçuk’un yolunda Temel İnsan Hak ve Hürriyetleri için, Demokrasi için, her türlü karanlık siyaset ile mücadelesini sürdürecektir” diyerek bitirdiği yazısının bu son paragrafı, hazretin fikriyatını ele vermenin de ötesinde.
Öğretmen (muallim), şair, yazar ve ünlü bir lügatçi olan Tanzimat devri ediplerinden Muallim Nâci’nin karanlık fobisi (korkusu) varmış.
Çocukluğunda akrabalarından bir kadın, (İstanbul Zincirlikuyu’da üstad Mehmed Şevket Eygi merhumun da medfun olduğu) Merkez Efendi türbesine giderken onu da yanında götürmüş.
Muallim Nâci, bu hatırasını anlatırken korkusunu da ele veriyor. Türbeyi ziyarette bu kadının «türbe çilehâneleri» denilen (kuyulu) mahalle de inmek istediğini ve gelişmeleri şöyle anlatır:
“Zenciye (siyahî kadın) elinde yanar bir mum olduğu hâlde öne düştü. Ancak bir kişi geçebilecek kadar dar, gayet karanlık bir güzergâha girdik. Önümde kadınlar olduğu gibi ardımda da var idi. Okuya okuya, ağır ağır ilerlemeye başladık. Önüm sıra mumun şu’lesi (alevi, ışığı) azıcık görünüyordu. Bir dönemece geldik. Aydınlık gözümün önünden kayboldu. Zulmet-i kesîfe (yoğun bir karanlık) içinde kaldım. Az kaldı çıldırıyordum…” der.
Mualim Nâci’nin karanlık korkusuna yine kendi eserlerinden bir misâl daha verelim: “Paşa hazretleri uyuyorlardı. Kendimi öyle bir zulmet içinde gördüğüm gibi bana bir fenalık geldi. Hemen hazırlamış olduğum kibrite müracaat ettim. Çaktım, çaktım yanmaz. Orada rutubet ziyadece imiş. Nihayet kibrit tükendi. Mumu yakamadım. Me’yûs olunca mecnun gibi oldum. Hemen ayağa kalktım. Söylenerek kendimi odanın ortasına attım. Meğer orada bir sandık var imiş. Onun üzerine uğradım (düştüm). Hâsıl olan patırtıdan paşa hazretleri uyandılar. Ne istediğimi sual buyurdular. Pek tabiî bir sûrette dedim ki:
− Ziyâ istiyorum efendim ziyâ…”
Muhterem okurlarım bazen sükûnu bazen hareketi, hasılı vaziyetimizi; yeis ve ümidi, korku ve telâşı, kederi ve daha nice hallerimizi hülasa eden bütün bu misâller, nûr (aydınlık) ve karanlığın (zulmetin) Muallim Nâci şahsında insàn ruhundaki tesirlerini anlatır.
Bay Emre Kongar ve benzerleri ruhlarına musallat olmuş karanlık fobisinden kurtulmalı ve samimi olmalılar. Eğer Muallim Nâci gibi onlar da “ziyâ istiyorum efendim, ziyâ” diyorlarsa, evvelâ girdikleri karanlık dehlizleri terkedecek, gerçek aydınlığın iklimine müracaat edecekler.
Öyle ki onlara inanıp fikirlerini teyid edebilelim. Gayr-ı samimi olarak yazısına kattığı ulu paşanın, Yunus Nadi’lerin, ve sevgili dostu İlhan Selçuk’ların yolunda zulmetten kurtulmak ne mümkün?
Neyse, Aydınlık’tan Utku Reyhan eliyle bay Emre Kongar’a min gayr’i haddin ufak bir aydınlanma (!) daha yaparak bitiriyorum:
“Aysever’e göre “militarizm vurgusu” ve “asker” kavramı, darbelerle kirlendikleri için “ayrıştırıcı” imiş. Bu nedenlerle Atatürk, Emre Kongar’ın deyimiyle ilk önce “aydınlanmadır”. Kimse “milliyetçi hezeyanları” Atatürkçülük diye yutturmaya kalkmasınmış. Böylece, milliyetçi olmayan bir Atatürkçülük gibi, “militarist” olmayan bir Atatürkçülük de keşfetmiş olduk. Demek ki Atatürk, Millî Mücadeleyi yürütürken ya da içerideki ayaklanmaları bastırırken askerî yöntemleri bir kenara bırakmış. Budist Rahip misali, bağdaş kurmuş ve üçüncü gözünü açmış. “Aydınlanarak” düşmanı def etmiş.”
Neden biraz daha okuyup profesör olmadım ki? Baksanıza fasafiso yazıyorsun ama fasafisör değil profesör diyorlar adama… 23.11.2021
YORUMLAR