Tarih boyunca insanlık, otoriter liderlerin baskı ve zulmüne defalarca şahit olmuştur. Totaliter rejimler, vahşetleri ve katliamlarıyla tarihe kara birer leke olarak geçmiştir. Bu rejimlerin arkasında bıraktığı toplumsal, ekonomik ve siyasi enkazlar, masumların üzerine kara bir gölge gibi düşmüştür.
Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, “Tarih tekerrürden ibarettir derler, oysaki tarihten ibret alınsaydı, tekerrür eder miydi hiç?” diyerek bu acı döngüye dikkat çeker. Ancak ne yazık ki insanoğlu, geçmişin acılarından ders çıkarmakta yetersiz kalıyor. Roma’yı yakan Nero ile Suriye’yi yıkıma sürükleyen Esad arasında değişen yalnızca zaman ve mekan olmuştur.
Osmanlı döneminde bugünkü Lübnan, Ürdün, Filistin, İsrail ve Suriye topraklarını kapsayan Suriye, stratejik bir bölge olarak “üç kıtanın buluştuğu yer” anlamına geliyordu. Ancak Osmanlı’dan sonra Fransız mandasına giren bu topraklar, farklı etnik ve dini yapılarıyla sürekli çatışmaların merkezi oldu. Sünni ve Şii Müslümanların yanı sıra Yahudi, Hristiyan, Katolik, Protestan gibi dini azınlıklar; Kürt, Türk, Dürzi, Marunî ve Nusayri gibi topluluklar bir arada yaşamaya çalışıyordu.
Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un “Ulusların Düşüşü” kitabında vurguladığı gibi, kapsayıcı kurumlara sahip devletler istikrara ve refaha ulaşırken, sömürücü rejimler savaşlara, darbelere ve kaosa sürüklenmiştir. Gerekçelerini Kuzey ve Güney Amerika üzerinden açıklayan bu tez, farklı yönetim yaklaşımlarının toplumsal etkilerini net bir şekilde ortaya koyuyor.
Güney Amerika’yı keşfeden İspanyollar, Aztek ve İnka halklarını esir alarak zenginliklerini sömürdüler. Altın ve gümüş gibi değerli kaynakları İspanya’ya taşıyarak bölge halkını köleleştirdiler. Bu sömürü düzeni, bugün bile Güney Amerika’nın fakirlik ve istikrarsızlık sarmalından kurtulamamasına neden oldu. Buna karşın Kuzey Amerika’da İngilizler, farklı koşullar nedeniyle kapsayıcı kurumlar oluşturmak zorunda kaldılar. Bu sayede ABD ve Kanada, istikrarlı ve zengin ülkeler haline geldi.
Yirminci yüzyılın başlarında Fransa, Suriye’de bir manda yönetimi kurarak bölgede sömürü düzeni oluşturdu. Etnik ve dini çeşitliliği kullanarak bölgeyi sürekli çatışmalar ve darbelerle kontrol altında tuttu. 1946’da bağımsızlığını kazanan Suriye, bu tarihten sonra da darbeler ve iç çatışmalardan kurtulamadı. 1971’de Hafız Esad, bir darbeyle iktidarı ele geçirdi ve baskıcı bir rejim kurdu. Nusayri kökenli Esad, 1982’de Hama Katliamı’nda yaklaşık 25 bin insanı katlederek muhalefeti bastırdı. Rejimin baskısı, insan hakları ihlalleri ve işkencelerle sürdü.
2000 yılında Hafız Esad’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Beşar Esad, demokratik reformlar vaat etmesine rağmen bu sözleri yerine getirmedi. 2011’de başlayan “Arap Baharı” süreciyle birlikte Esad rejimi, halkın taleplerine şiddetle karşılık verdi. Varil bombaları, kimyasal silahlar ve topçu saldırılarıyla binlerce masum insan hayatını kaybetti. 2013’te Guta’da sarin gazı kullanımı gibi insanlık dışı yöntemler, uluslararası toplum tarafından kınandı. Milyonlarca Suriyeli, Esad rejiminin zulmünden kaçarak komşu ülkelere sığındı ve yaklaşık 7 milyon kişi Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı.
13 yıldır süren Suriye İç Savaşı, sadece bölgeyi değil tüm dünyayı derinden etkileyen bir krize dönüştü. Tarih, bir kez daha güç zehirlenmesinin ve baskıcı rejimlerin insanlığa verdiği zararı gözler önüne seriyor.
YORUMLAR