Yalan büyük günahlardan. Öz Türkçe bir kelime olan yalan, mánâ olarak bile “suçlamak, itham etmek” demek. Istılahta ise, aldatmak maksadıyle bilerek söylenen gerçeğe aykırı, asılsız söz…
Bir hadîs-i şerîf’te “Müslüman asla yalan söylemez” buyurulmuştur. Bugünün Müslümanları bu hadîs-i şerîf’le amel etmiyor, hiç duymamışlar gibi sürü sepet yalan söyleyebiliyor, hattâ iftira bile atabiliyorlar!.
Dinimiz yalanı yasaklıyor. Tamam, pekâlâ dinin bu düsturunu bir an gözardı ederek soralım: Yalancılardan ikrah etmeyen (tiksinmeyen, veya yalancılara sempati duyanlar da) var mıdır?
− Vardır, hem de pek çok.
Ayrıca bunlar da iki çeşittir: Birinci türdeki yalan ehli, gerçeklerin acısına katlanmaktansa yalanın sahte mutluluğunu tercih eder. Yàni gerçeklerden kaçar, hakikatle yüzleşmekten korkar. Bunlar âcizlerdir. O yüzden sadece acınır.
İkinci çeşit yalan ehli ise, bizzatihi yalancıdır. Yàni birinci türdekiler gibi söylenmiş yalana inanan yalan ehli değil, yalanı bizzat uyduranlardır. Haliyle kendilerinden iğrenecek değiller. Böyle olduğu için kimi kez bir yalan ortaya atıp sonra kendilerinin de inandığı vakalar bile oluyor.
Yalan dolaşır, kulaktan kulağa, matbuat yoluyla, sosyal medya ile ve daha bir sürü araç ile dolaşır da dolaşır. Zira insànoğlu gerek dedikoduyu, gerek sair yalanları, şayia haline getirmeyi hep merak saikiyle yapar.
Merak tabiî bir hissiyattır amma ve lâkin doğru kanala tevcih edilmek şartıyla. Merakınızı sizi ilgilendirmeyen bir mevzuya yöneltirseniz en azından vaktinizi ziyan, israf etmiş olmanın günahını yüklenirsiniz.
Dinimiz insànların gizli hallerini (mahremlerini) tecessüsten (merak ederek araştırmaktan, gözlemekten) men eder. Halbuki yalanlarını fart-ı yalan (aşırı, rezil bir yalan) haline getiren tecessüs bugün adeta herkesin hobisi (gündelik zevk meşgalesi) olmuş gibidir.
Batı’da magazin (orda da konu olanların hoşuna gitmese de) olabilirdi. Fakat bizde, İslâm âleminde, müslümanlar için olmamalıydı. Halbuki biz bu rezalette de Batı’yı geçtik…
“Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış” atasözü doğru ve hikmetlidir. Lâkin iş orada bitmiyor kimi zaman. Yàni mum sönse de kokosu kalabiliyor. Veya tükenirken mum kenarından eriyip akanların içine düşen fitil, sönmeyip yangına bile sebep olabiliyor…
O hâlde yalancı mumunun kendiliğinden sönmesini beklemeyecek veya buna mecbur isek söndükten sonrası için mutlaka tedbir alacağız…
Ziyâ Paşa mübarek adam. Gerek Terkib-i Bend’inde gerekse Terci-i Bend’inde ve sair herhangi bir formdaki beyitlerinin tamamı, hikmet yüklüdür. Meanisi işinize gelir beğenirsiniz, veya size de dokunduğu için beğenmezsiniz fakat her hâlükârda takdir etmelisiniz hikmetini.
Madem ki yalanlardan bahsediyoruz, Ziyâ Paşa’dan o minvâlde devam edelim: “Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizâmât / Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde”
Dünyaya lafla değil, (daha çok, öncelikle) yaşantınızla nizamat vermelisiniz. Kıylükāl ile değil icraatinle anlat. Lisán-ı hal diyordu buna eskiler. Lisân-ı hal, sözle değil hal, tavır ve görünüşle olan ifâde, hal dili demek. Kendi uhdendeki yanlışları, ayıpları düzeltmelisin önce. Yoksa hem kınanırsın hem de nasihatin tesirli olmaz.
Takip eden beyit de ber-minvâl-i meşruh (açıklandığı şekilde) bir beyit zaten: “Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”
Bilge, mübarek bir insàn olduğunu kendini methederek (laflarınla, başkalarını kötülemek suretiyle) değil, seni yansıtan (ayna misâli) güzel amellerinle yàni işlerinle göster. Senin (hem Allah indinde, hem insànlar arasındaki) asıl mevkin, derecen böyle belli olur, laflarınla değil.
Ziyâ Paşa merhumun Terci-i Bend’inden başka bir güzel beyitle bitirelim: “Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl, / Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.” Bugünkü dil ile, “Sanatıyla, eserleriyle akılları hayrete düşüren, / Kudretiyle anlayışları aciz bırakan Allah’ı tesbih ederim” diyor.
Hikmet deryasından bugünlük bu kadar. 25.03.2022
YORUMLAR