Türk demokrasi tarihinde “kara bir leke olarak yerini alan 12 Eylül 1980 askeri darbesinin üzerinden 38 yıl geçti. Bu darbenin neden, sonuç yada tarihsel sürecini anlatmak yerine o kara lekeli dönemin idam, kötü muamele ve insan hakları ihlalleriyle zihinlerdeki yerini nasıl koruduğunu birebir yaşamımda bir yaşanmışlığı daha doğrusu bir dramı anlatarak özetlemek istiyorum. 12 Eylül darbesi benim ve akranlarımın üzerinden atamadığı, zihninden silemediği büyük acıların, sosyolojik kalıntıların, psikolojik travmaların adıdır. Darbenin yapıldığı dönemde daha çocuktum yada çocuktuk bir çoğumuz. Beden küçük olsa da acı çok büyüktü. 1980 yılında amcam Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrenciydi. Mekteb-i Mülkiye’nin bahçesinde olan her öğrenci bugün olduğu gibi o yıllarda siyasi faaliyetlerde çokça aktif bir o kadar da başarılı bir öğrencilik hayatları vardı. Amcamda onlardan biri idi. 12 Eylül darbesi önce gençliği hedef almış, kanlı darbenin aktörleri hedefe aldığı bu gençlerin içinde tercihlerini başarılı gençlerden yana kullanmış ve bu tercihe kurban olan gençliği ölünceye kadar vücutlarından izleri silinmeyecek yaralar ve beyinlerinde atamayacakları travmalar bırakmıştır. Darbenin yapıldığı yıllarda köyde yaşıyorduk. Her gün jandarma ya da sivil kıyafetli silahlı kişilerin evlerimize istedikleri saatte gelip her şeyi tekme ile yıktıklarında her saniyemiz korkulu bir bekleyişle geçerdi. Korkuyorduk ama elimizden bir şey gelmiyordu. Ne sığınacak nede gidecek hiç bir yerimiz yoktu. Ne bir mercide ulaşacak dayımız nede ata toprağını terk edecek paramız vardı. Çocuk, genç, kadın, erkek, yaşlı demediler. Yeri geldi coplandık yeri geldi işkence gördü küçük bedenlerimiz. Bazen de gündüz saatlerinde Jandarmanın geldiğini görünce o çocuk yaşta köyün çok uzağında olan taş mağarada saklanır, karanlık çökünce köyün yolunu tutardık. Bu korku maalesef üniversite yıllarımıza kadar yakamızı bırakmadı. Kardeş kardeşe düşman edilmiş aynı evde aynı çatıda aynı anneden ve babadan canlar kanlı bıçaklıydı. Yıl 1987 Amcam yaklaşık 7 yıldır hapiste bende ilkokul 3. sınıftaydım. O dönemde benim yaşıtlarım ya da benden 3-4 yaş büyük olan erkek çocukları ya hapislerde ya da aileler ölüm korkusundan dolayı büyük şehirlere kaçmış kimse kalmamıştı köyümüzde. Ben ve dedem dışında kimse neredeyse bilmezdi Türkçe konuşmayı hele okuma -yazmayı hiç kimse bilmezdi. Okula giden bir ben vardım ben de zaten ilkokul 3.sınıfa kadar ancak Türkçe konuşmayı öğrenmiş; yazmayı ve okumayı ise bilmiyordum, sadece ve sadece konuşmayı öğrenmiştim öğretmenlerden dayak yiye yiye. Dedem bir gece yarısı beni uykuda uyandırdı ‘’Oğul gidiyoruz’’ dedi. Dedeye soru sorulmaz örfümüze göre ben de soramadım zaten. Dedemle önce ahıra gittik. Samanların içinde saklanmış 2 kitabı dedem bir un çuvalına koydu, 1 kazma 1 de kürek alarak yola koyulduk. Yaklaşık 1 saat yürüdük. Köyden epey uzaklaşmış dedemin daha önce belirlediği bir kayanın yanında durduk. Bir süre dinlendikten sonra dedem kazmayı aldı yarım saatten fazla kazı yaptı. Korku ve bir o kadar da heyecanla sadece izliyordum. Aklıma bir tek dedem hazine mi arıyor sorusu geliyordu. Çünkü bizim köylerde uzun dönem Ermeniler ve Ruslar yaşamış. Bize hep bu toprakların altı altın dolu masalları anlatılırdı. Ben hazine avcılığı hayallerine tam dalmışken dedem kitapların içinde olduğu çuvalı kazıdığı çukura gömdü. Sonra kayanın belirli yerlerine işaretler koyduktan sonra tekrar köyün yolunu tutmak için biraz dinlenme arası verdi. Ne diye kayalara işaretler koyduğunu dedeme soramadım. Hazine avcılığı düşüncesi yerine o işaretler neydi o kitaplarda ne vardı sorusu meşgul etti. Cevabını araştırmam yada öğrenmem imkansızdı. Çünkü o dedemle benim sırrımdı başka kimseler bilmezdi. Bir yanda da öğrenmekten korkuyordum çünkü öğrendiğim cevap ya benim kaldıramayacağım bir cevapsa nasıl yaşarım onca korkudan sonra bir de bununla. Yine de her gece o kitabı düşünürdüm, kitaplar ne olacak, ne vardı onların içinde? Bazen gizlice aramaya çıkardım kitapları gömdüğümüz bölgeye ama her kaya birbirine benziyordu izler de kaybolmuştu çoktan. Yıl 1995 amcam tahliye olmuş eve dönmüştü. Ama ev onun doğduğu büyüdüğü ev değildi, şehirde o şehir değildi. Çünkü bu sefer de PKK terör örgütü baskısı yüzünden köy boşaltılmış İzmir’e göç etmiş ve gece kondu bir daireye 14 kişilik bir aile yerleşmiştik. Bir yaz gecesi sofradayız sıcaklık 38-39 derece. Dikkatimi amcamın üzerindeki uzun kollu oduncu gömleği çekmişti. Amcam belli etmese de ter ve revan içindeydi. O an soramadım neden amca kısa kollu bir gömlek giymiyorsun diye. Sonradan öğrendiğim de amcamın vücudunun her tarafında işkence izleri vardı ve halende var. O gün sofrada yıllardır benim aklımı hep meşgul eden soruyu dedeme sorma cesaretini kendimde bulunca sordum “Dede seninle gömdüğümüz kitaplar neydi, neden sır gibi sakladık şimdiye kadar “ diye. Sofra da bulunan herkes bir anda sustu ve dedeme baktı. Dedem ağlamaklı oldu ve geçiştirmeye çalıştı ama amcam dâhil tüm aile soruyu tekrarlayınca cevap vermek zorunda kaldı. Cevap netti. Çocuklarım kitabın içeriğini ya da kitabın ne olduğunu bilmiyorum zaten bilmem de imkânsızdı. Çünkü okuryazar değilim biliyorsunuz. Bildiğim tek şey Mehmet’im tutuklanınca ona ait ne varsa çocukluk lastik çarıkları dâhil hepsini yaktım yalnız bu iki kitap kalmıştı. Mehmet’im yatınca hep başucunda duruyordu. Darbeden sonra onları uzun bir dönem ahırda sakladım sonra bunları da yakma kararı aldım ama yapamadım. Oğluma ait tek geriye kalan bu iki kitaptı. Mehmet’imin cezaevinden çıkacağına dair hiç umudum yoktu. Çünkü her gün bir bir arkadaşları asılıyor yada intihar etti diye cesetleri ailelerine teslim ediliyordu. Bende kendimi buna hazırlamıştım. Oğlum ölürse tek hatırası bu iki kitap kalsın ki. Size torunlarıma anlatacak bir şeyim olsun dedi ve o koca adam ağladı biz ağladık.
NOKTA….
YORUMLAR