Malûmâlileri geçenlerde Ankara’da ülkeleri adına görev yapan ABD, Almanya ve Fransa dahil 10 devletin büyükelçisi yalnızca görev sınırlarını değil, hadlerini de aşarak «Türkiye’ye parmak sallama» cüretinde bulundular.
Bu gâvurlara göre Türkiye’de yargı (adalet mekanizması) bağımsız değil. Aksini düşünüyor olsalardı, Türkiye Adaletinin hakkındaki kararını yok sayıp (casusluktan tutuklu) Osman Kavala’nın (hem de derhal) serbest bırakılmasını Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden talep (aslında emir mi demeliyiz?) buyurmazlardı.
Yalnız «casusluktan tutuklu birini kurtarmaya çalışıyorlar» diye hadiseyi yorumlarken, büyükelçilerin zaten bizzatihi birer casusluk makamı oldukları gerçeğini gözden kaçırıyoruz gibi geliyor bana.
Büyükelçiler (Türkiye’nin onlardaki temsilcileri dahil) ülkelerinin temsilcisi ve binaen’aleyh onların menfaatleri için başta «haber alma» olmak üzere her türlü legal (kanunlar dahilindeki) faaliyeti yaparlar.
Bir büyükelçilik, bulunduğu ülkede adını taşıdığı ülkenin bir parçası gibi telâkki edilir ve tarih boyunca bütün dünyada da böyle kabul edilmiştir. Bu nedenle de hakları evrensel bir güvencenin teminatı altındadır.
Lâkin bu demek değildir ki, büyükelçiler her istediklerini yapabilir, her türlü beyannameyi verebilirler. Her şeyden önce bu diplomatik teamülleri aşmaktır. Hattâ böylesi davranışlar bulundukları ülkeye ciddî yaptırım hakkı verir.
Biz de öyle yaptık. İlk iş olarak Türkiye karşıtlığında birleşen bu hadsiz büyükelçileri, (ortak bildiri yayınlamalarının hemen ardından) Dışişleri Bakanlığı’na çağırıp hadlerini bildirdik:
Dış İşleri Bakanlığımız yaptığı açıklamada, “Bağımsız yargı tarafından yürütülen hukukî bir süreçle ilgili bu hadsiz açıklamanın kabul edilemez olduğu, hukuki süreçlerin siyasallaştırılmasına ve Türk yargısına baskı yapmaya yeltenen bu açıklamanın reddedildiği, söz konusu açıklamanın büyükelçilerin savunduğunu iddia ettikleri hukukun üstünlüğü, demokrasi ve yargı bağımsızlığına da aykırı olduğu iletilmiştir…” denildi
Ayrıca, AİHM’nin, bazı ülkelere yönelik verdiği ve yıllardır uygulanmayan kararlarını görmezden gelenlerin, sadece Türkiye ile ilgili dâvalara odaklanmalarının, hasseten Kavala dâvasını ısrarla gündemde tutmaya çalışmalarının samimiyetsiz ve çifte standartlı bir yaklaşım olduğuna «Viyana Sözleşmesi» hudutlarında görev sorumluluklarını müdrik olmaya dâvet edildiler.
Bunlar standart diplomatik (ölçülü) tepkiler tàbi.
Fakat elbette yetmez! Pekâlâ “Türkiye başka ne yapabilir?” asıl sual bu. Benim bu suale min gayr’i haddin cevabım; “Türkiye diplomatik tepki yanında «o salladığınız parmaklarınızı kopartırız» da diyebilmelidir.”
İşin burasında ikinci mühim sual zuhur ediyor:
Nasıl olacak bu? Yàni mecâzen söylediğimiz “parmak kopartmak” (zecrî yaptırım) gücümüz var mıdır? Ya da bu güce nasıl kavuşacağız?
Ehl-i Salib (Batı veya Hristiyan birliği) karşısında tek başına bir Türkiye’nin böylesi bir gücü olabilir mi? Elbette olamaz. O hâlde çare?
Çare halifeliğin yeniden tesisidir. Fakat biliyorum ki, en muhafazakâr ve milliyetçi geçinenler dahi bu çare teklifine “al işte uçuk bir formül” diyecek. Lâkin kafası çalışan bir iktidar ille de halifeliği acilen getirmek zorunda değil. Bu işler de adım adım. Önce İslâm ülkelerinin tabiî lideri haline getirirsin ülkeni.
İşte Recep Tayyip Erdoğan düşmanlığının perde arkasındaki (iç ve dış) gâvur endişesi budur.
Zira CB Erdoğan, binaen’aleyh Türkiye, giderek İslâm dünyasının tabiî lideri haline geliyor! Eğer Müslümanlar olarak yeterli desteği verebilirsek, Türkiye hak ettiği şerefli mevkii kazanacak, yeri geldiğinde de şımarıkların (mafya gibi puro makasıyla değil) mecâzen yàni caydırıcı bir şekilde parmaklarını koparacaktır.
Bunu istemeyenler de (bizce) vatan hainidir. 23.10.2021
YORUMLAR