Netflix Türkiye’nin son içeriklerinden biri “Sıcak Kafa” isimli dizi oldu. Dizi, bir salgın hikayesi anlatıyor. Geçtiğimiz yıllarda koronavirüs salgınıyla birlikte hayatımıza giren kavramlar dizinin geçtiği distopik evrende karşımıza çıkıyor. Yalnız buradaki salgın bizim yaşadığımızdan biraz farklı. Bu defa salgın “abuklama” salgını. Abuklama; anlamsız, içi boş cümleler kurmak anlamına geliyor. Salgın kulak (duyma) yoluyla bulaşıyor. Belli bir süreden fazla abuklamaya maruz karan kişi enfekte oluyor, kendisi de abuklamaya başlıyor. Koronavirüs döneminde salgından korunmak için kullandığımız maskelerin yerini bu defa kulaklıklar alıyor. Kimse kimseyi dinlemediği için hayat durma noktasına geliyor. İzolasyon, karantina gibi uygulamalar yine bildiğimiz gibi. Dizi, bu atmosferde bir bilim insanının başından geçenleri konu alıyor. Ancak bu kısma değinmeyeceğim, çünkü bu yazı diziyle ilgili değil. Bu yazı “abuklama salgını” ifadesiyle karşılaştığım ilk an bana yaptığı çağrışımla ilgili.
Neil Postman’ın ‘Televizyon: Öldüren Eğlence’ kitabının arka kapağında, yazarın bizi “eğlendiğimiz şeyin ne olduğunu düşünmeye” çağırdığı yazar. Gerçekten de birileri veya bir şeyler bizi buna çağırmadığı sürece, eğlendiğimiz şeyin ne olduğu hakkında düşünüyor muyuz? Üstüne düşünmemiz gereken eğlence araçları arasından biri televizyon ve en düşündürücü yanı gündüz kuşağı programları.
En çok izlenen kanalların yayın akışına baktığımızda gündüz kuşağında yer alan programların birbiriyle benzer içeriklere sahip olduğunu görüyoruz. Bu içeriklere maruz kaldıkça, karşılaştığımızda tüylerimizin ürpermesi gereken olaylara ilk önce duyarsızlaşıyoruz, sonraları izlemekten belli ki zevk alır hale geliyoruz ki bu içerikler reyting sonuçlarında üst sıralarda sık sık karşımıza çıkabiliyor. Bu olaylar arasında aile içi şiddete, tacize varan, insanın karşılaştığında durdurmaya çalışmaktan başka tepki veremeyeceğini düşündüğüm olaylar var. Suç hadiselerini konu alan, kriminal olayları çözmeyi amaçlayan programlarda; en korkunç olaylar sıradan şeylermiş gibi işleniyor, hukukun konusu olan olaylar özel hayatın gizliliği ihlal edilerek reyting malzemesi haline getiriliyor. Bazı zamanlarda ise az önce bir cinayet olayı konuşulmamış gibi sohbet havasına giriliyor.
Önceleri ana akım medyada yer alan şimdilerde ise dijitalde devam eden sözde evlilik programlarında, insanlığın erdemlerine dair kavramların içi boşaltılmakla kalınmıyor, programa dahil olan kişiler bir ürün veya hizmet pazarlıyormuş gibi kendilerinin reklamını yapıyor. Burada kişiler fikirleri ile değil dış görünüşleri ile değerlendiriliyor. Özellikle kadınlar güzellikten sorumlu kişiler haline geliyor, böylece bu programlar kadın bedeninin metalaştırılmasına da katkı sağlıyor. Tüm bu abuklamalara maruz kalan izleyici zamanla olmayacak şeyleri normalleştiriyor. Salgının bir parçası haline geliyor, abuklamaya başlıyor. Nasıl oluyor da bunları izlemek, takipçisi olmak eğlence araçlarımızdan biri haline geliyor?
İnsanın bilinci okudukları, izledikleri, maruz kaldıklarına göre şekillenir. Özellikle ana akım medya ve gündüz kuşağı programları başta olmak üzere medyayı etkisi altına almış olan bu ‘abuklama salgınına’ karşı tavrımız ne? Eğlendiğimiz şeyin ne olduğu hakkında durup düşünüyor muyuz? Yoksa çoktan abuklamaya başladık mı?
YORUMLAR