Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya

HÜDA-PAR’dan Gündem İlişkin Önemli Açıklamalar

Başkent Postası / Murat Genç

Başkent Postası / Murat

HALKIN GELİR DÜZEYİ DÜŞERKEN BANKALARIN REKOR KAR ELDE ETMESİ

Pandemi süreciyle birlikte başlayan sorunlar, özellikle ekonomide ciddi sıkıntıları beraberinde getirdi. Artan enflasyon, dövize karşı değer kaybeden yerel para, emtia fiyatlarındaki artışlar ve üretim maliyetlerinin yükselmesi; her gün daha fazla hissedilen hayat pahalılığına ve alım gücünde düşüşe neden oldu.

Bu süreçte Türkiye, enflasyonla mücadeleyi gerektirecek sert tedbirler yerine çarkların dönmesi adına üretim, ihracat, büyüme ve istihdam imkânlarının artırılması şeklinde formüle edilen bir yöntem benimsedi. Geçtiğimiz haziran sonlarında mevcut ekonomi politikalarıyla ilgili açıklama yapan Maliye Bakanı Nurettin Nebati, “Biz bir yol ayrımına gittik. Enflasyonla birlikte büyümeyi tercih ettik. Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyor.” açıklamasında bulunmuştu.

Mevcut sistemde en büyük kâr rekorunu kıran ise bankacılık sektörü olmaktadır. Nitekim 2021 yılının ilk yarısına göre bankalar toplam varlıklarını %30 büyütürken kârlılıklarını beşe katladılar. Merkez Bankası’ndan yüzde 14 ile borçlanabilen bankaların, yüzde 24 faizle tahvil satın alma yoluyla Hazine’ye borç vermeleri, yüksek reel faiz oranlarına karşın uygulanan düşük oranlı politika faizinin halka yaramadığını, bilakis servet transferi için bir araca dönüştüğünü ortaya koymaktadır.
Mevcut zorlu koşullarda çoğunluğun gelir düzeyi düşerken belli bir zümrenin kriz koşullarında kâr rekorları kırması, zaten sorunlu olan gelir dağılımındaki uçurumu daha fazla derinleştirmektedir.

Gelir durumu göz önüne alınarak vergi adaletini sağlamak başta olmak üzere öncelikle servet transferine yol açan belli başlı uygulamalar yeniden gözden geçirilmeli, bu yöntemle elde edilecek meblağlar yoksul ve dar gelirli kesime kanalize edilerek durumlarının iyileştirilmesine odaklanılmalıdır.

FİŞLEME GELENEĞİNDEN VAZGEÇİLMELİDİR

Teknolojinin gelişmesi ve iletişim kanallarının çeşitlenmesi ile birlikte dijital mahremiyet kavramı da önem kazanmaya başladı. Özel hayatın gizliliği hakkı kapsamında değerlendirilmesi gereken bu mahremiyet türü, vatandaşlara bir koruma alanı sağlamalıdır. Bu alan ne başka kişilerce ne ticari maksatlı şirketlerce ne de güvenlik kaygısıyla devletçe ihlal edilmelidir. Geçtiğimiz günlerde bir medya kuruluşu tarafından ele geçirildiği iddia olunan belgeler, tıpkı geçmişteki telefon dinleme skandallarıyla benzer bir skandalı gündeme getirmiştir.

Buna göre internet servis sağlayıcılarından, tüm kullanıcıların saatlik internet trafiği ayrıntıları BTK tarafından talep edilmekte, böylece ortada bir mahkeme kararı olmadan kişilerin iletişimleri tespit edilmektedir. Söz konusu iddia eğer doğru ise ortada izahı mümkün olmayan bir vahamet bulunmaktadır. Devlet, vatandaşları için bir korunak olmaya yönelmeli, bu sebeple fişleme geleneğinden vazgeçmeli, hukuk sınırlarına çekilmelidir.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NE DAYANILARAK YAPILAN TÜM DÜZENLEMELER ORTADAN KALDIRILMALIDIR

Adalet Bakanı’nın İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesine rağmen bu sözleşmenin uygulama kanunu olan 6284 sayılı sözde Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un halen yürürlükte olduğu yönündeki açıklamalarını kabul etmek mümkün değildir.

İstanbul Sözleşmesi’nin Cumhurbaşkanı tarafından feshedilmesi, sapkınları ve feministleri olduğu kadar bunlara bilinçli veya bilinçsiz şekilde destek veren kesimleri de rahatsız etmiştir. Sözleşmenin feshedilmesi kararının iptali için açılan dava, Danıştay tarafından reddedilmiştir. Buna rağmen bu çevreleri yatıştırmak ve teskin etmek için hükümet temsilcilerinin adeta bir yarışa girdiğini görmek hayret ve ibret vericidir.
Aile yapısının güçlendirilmesi ve nesil emniyetinin sağlanması için İstanbul Sözleşmesi’ne dayanılarak yapılan her türlü düzenleme derhal mevzuatımızdan ayıklanmalı, oluşturulan tüm kurullar lağvedilmeli ve devam eden tüm uygulamalar sonlandırılmalıdır.

Vakit kaybetmeden toplumun inancına ve kültürel değerlerine uygun yeni kanuni düzenlemeler yapılmalı ve bu konuda çalışma yapacak etkili kurullar oluşturulmalıdır. Sonuçlar üzerinde değil sebepler üzerinde yoğunlaşarak toplumda kadına, erkeğe ve çocuklara yönelik şiddetin önlenmesi için kapsamlı bir eylem planı hazırlanıp acilen hayata geçirilmelidir.

EV HANIMLARINA EMEKLİLİK

Türkiye İstatistik Kurumunun 2020’de açıkladığı verilere göre kadın nüfusumuzun %28’i ev hanımlığı yapmaktadır. Ev hanımı olan bu kadınlar işsiz olarak değerlendirilmedikleri gibi herhangi bir maaş da almamaktadırlar.
Açlık sınırının 6 bin, yoksulluk sınırının 20 bin TL’yi aştığı ve ev hanımlığının değersizleştirilmeye çalışıldığı günümüzde 25 yıl evli kalmış ev hanımlarına emeklilik hakkı verilmelidir.
Ev hanımlığına; gerektirdiği büyük özveri, emek ve çabanın karşılığı olarak devletin sosyal politikaları kapsamında değer katılmalı, sosyal güvence hakkı verilmelidir.
Sosyal güvencenin sağlanması için ev hanımlarına emeklilik hakkının verilmesi insanî ve İslamî bir haktır.

Ailenin bütün sorumluluğunu fedakârca yüklenen, çocuk yetiştirip gelecek nesilleri hazırlayan, iktisat ve kanaatin en güzel örneğini sergileyerek aile bütçesine katkıda bulunan ev hanımlarının emeklilik talepleri karşılık bulmalıdır. Hâlihazırda Meclis’te olan fakat 8 aydır bir türlü gündeme getirilmeyen ev hanımlarına emeklilik hakkı tanıyan düzenleme bir an önce şartlar iyileştirilerek kabul edilmelidir.

MÜLTECİLERE YÖNELİK LİNÇ EYLEMLERİ KABUL EDİLEMEZ

Son zamanlarda derinleşen ekonomik krizle birlikte başta Suriyeli ve Afgan mülteciler olmak üzere Türkiye’de ikamet eden tüm yabancı uyruklulara yönelik ayrımcılık ve ötekileştirmenin arttığı gözlemlenmektedir. Bu durum yabancılara yönelik bireysel/fiili saldırıların ve linç girişimlerinin yoğun olarak yaşanmasına neden olmaktadır. Bu ırkçı ve faşizan saldırılar salt mültecilerle sınırlı kalmamış, Trabzon’da Arap Turistlere ve hatta Ankara Kızılay’da Somali kökenli Türkiye vatandaşlarına, Kayseri’de annesiyle Çerkezce konuşan Kafkas kökenli bir vatandaşa yönelik örnekte olduğu gibi renginden veya etnik kökeninden dolayı vatandaşlarımıza da yönelmeye başlamıştır. Maalesef bu ayrımcı tavır zaman zaman kamu kurumlarına da yansımıştır.

Bazı siyasi parti temsilcilerinin provakatif söylemlerine pervasız ve hayâsızca devam etmesi, medyada mültecilere yönelik kullanılan ayrımcı ve küçümseyici üslup, gelişen olaylar karşısında idari mercilerin kayıtsızlığı ve tedbirsizliği, adli mercilerin cezasızlık politikası ve en önemlisi de hükümetin bütün bu olanlar karşısında çelişkili suskunluğu yabancıları ve mültecileri korunaksız bırakıp derin bir endişeye sevk etmiştir.

Her gün farklı bir bahane üretilerek bir yenisi ile karşılaştığımız bu ırkçı saldırılar asla kabul edilemez. Bilinmelidir ki sığınma ya da iltica hakkı bir lütuf değil temel bir insan hakkıdır. Mülteciliği temel bir hak olarak tanımlayan uluslararası sözleşmeler artık kâğıt üstünde kalmaktan kurtarılmalı, mültecilerin hakları korunmalıdır. Bir bütün olarak yabancı düşmanlığını körükleyen söylem ve eylemlere yönelik başta hükümet olmak üzere siyasi partileri, medya organlarını, adli ve idari mercileri sorumluluk almaya ve tüm vatandaşlarımızı da sağduyulu davranmaya davet ediyoruz.

TAHIL KORİDORU ANLAŞMASI

COVID-19 salgınıyla birlikte küresel çapta ürün arzında oluşan azalmaya Rusya-Ukrayna Savaşı da eklenince sıkıntı had safhaya ulaştı.
Bu sıkıntıyı aşmak için Türkiye ve Birleşmiş Milletler (BM) arabuluculuğunda yapılan görüşmelerin ardından Ukrayna ve Rusya arasında, Tahıl Koridoru Anlaşması’nın imzalanması olumlu bir adımdır.
Bu anlaşma Türkiye’nin savaşın başından beri her iki taraf arasında yürüttüğü tarafsızlık politikasının semeresidir. Temennimiz bu anlaşmanın bir kazaya mahal verilmeden sağlıklı bir şekilde hayata geçirilmesidir.
Gıda arzı noktasında bu anlaşma dünyayı rahatlatsa da insanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen istek ve ihtirasları, gıda kullanımındaki israfı, sınırlı olan dünya kaynaklarını bitirme noktasına getirmektedir. Her yıl dünyanın doğal kaynaklarını ve insanların kullanımlarını ölçerek o yıla ait “Dünya Limit Aşımı Günü”nü hesaplayan Küresel Ayak İzi Ağı (GFN), 2022 yılına ait doğal kaynakların 28 Temmuz itibarıyla bitip 29 Temmuz’dan itibaren gelecek yıla borçlanılmaya başlanacağını duyurdu. Yani 2022 yılı bitimine 156 gün kalmışken bu yıla ait kaynaklarımızı bitirip 2023 yılının kaynaklarını tüketmeye başladık.

Bu açık her yıl artmaktadır.
Dünyanın herhangi bir yerinde bir lokma ekmeğe muhtaç biri varsa, mutlaka bir başka köşesinde ihtiyacından fazla tüketen veya stoklayan birileri vardır. Zira dünya üzerindeki nimetler, sadece insanlara değil bütün canlılara yetecek miktardadır. Kapitalist iktisat teorisinin kesin doğru olarak kabul ettiği gibi “ihtiyaçlar sınırsız, kaynaklar ise sınırlı” değildir. Sınırsız olan ihtiyaçlar değil, belki kapitalistlerin kendi ihtiraslarıdır. Bütün insanlığı dünyadaki kaynakları israf etmeden ölçülü ve adil bir şekilde tüketmeye çağırıyoruz.

IRAK’TA ARTAN GERİLİM

Geçtiğimiz günlerde Irak’ın Zaho kentinde sivillere yönelik menfur bir saldırı gerçekleşmiş, 9 sivil katledilmiş, birçoğu da yaralanmıştı. Yıllardan bu yana kan akıtılan İslam coğrafyası, her gün yeni bir acı yaşamaktadır. Emperyalizmin müdahil olduğu her saha, vekâlet savaşlarını ve kardeş kıyımını beraberinde getirmektedir. Irak bu musibetlerden en fazla yara alan coğrafyalardan, Kürtler de en fazla kanı dökülen halklardan olmuştur. Irak’taki bu saldırı bütün yönleriyle mutlaka aydınlatılması ve sorumluları açığa çıkarılmalıdır.
Zaho’daki bu hadiseden sonra Türkiye’nin Musul Konsolosluğu hedef alınmış, konsolosluk yakınlarına roketler atılmıştır. Her iki saldırı da menfur hadiselerdir ve faillerinin mutlaka tespit edilmesi gerekmektedir. Silah ve çatışma bir hak arama yolu değildir. Geçmişte İslam sancağının adaletle dalgalandığı topraklarda bugün kan ve gözyaşı haricinde bir alternatif vardır. Bunun yolu kardeşlik hukukundan geçmektedir.
Etnik aidiyete ve mezhebe dayanan ayrılıklar, bir coğrafyanın kaderi olmamalı, emperyalizmin ağzını sulandırmamalıdır. Bu coğrafyanın asli unsurlarının birlikteliği, hiçbir provokasyona mahal bırakmayacak kadar güçlü bir bağ oluşturacaktır.

TUNUS’TA LAİK DİKTATÖRLÜĞE DAYALI YENİ BİR VESAYET REJİMİ İNŞA EDİLİYOR

Uzun yıllar boyunca diktatörlükle yönetilen Tunus’ta, “Arap Baharı” ile birlikte yaşanan ara dönemin ardından yeniden laik diktatörlüğe dayalı vesayet rejimi inşa ediliyor.
Küresel ve bazı bölgesel güç odaklarının müdahale ve desteği ile sivil görünümlü bir darbe süreci işleten Cumhurbaşkanı Kays Said, 2021 yılında parlamentoyu feshetmişti. Çıkardığı yeni kararnamelerle hem yetkilerini genişleten hem de yürütme organını kendisine bağlayan Kays Said, yasama organını devre dışı bırakarak ülkeyi 25 Temmuz’da Anayasa referandumuna götürdü.
Referanduma sunulan Anayasa’da, “Tunus’un dini İslam’dır” maddesi çıkarılarak yerine “Tunus İslam ulusunun bir parçasıdır.” maddesine yer verildi. Ayrıca yeni Anayasa Cumhurbaşkanına denetlenemez bir güç ve geniş yetkiler tanıyor.
Neredeyse ülkedeki tüm siyasi partilerin referandumu boykot etme kararı nedeniyle referanduma katılım çok düşük oranda kaldı. Referandumda, seçmenlerin sadece yüzde 27,54’ü sandık başına giderek oy kulandı. Sandığa gidenlerin yüzde 94,6’sının yeni anayasaya “evet” dediği açıklandı. Ancak siyasal baskı ve dayatmaların devam ettiği bir dönemde gerçekleştirilen referanduma dair açıklanan sonuçların güvenilirliğine gölge düşmüştür. Çıkan sonuçlar diğer bütün darbe Anayasalarının referandum sonuçlarıyla birebir örtüşüyor.

“Arap Baharı”nın doğum yeri Tunus, temel hak ve özgürlükler alanında elde ettiği tüm kazanımlarını bir bir kaybettiği yeni bir diktatörlük rejimi ile karşı karşıyadır. Devam eden süreç Tunus halkı açısından yeni acı ve travmalara gebe olan ve açıkça İslamî kimliğin hedef alındığı bir süreçtir. Söz konusu Anayasa’dan, “Tunus’un dini İslam’dır” maddesinin çıkarılmış olması da bunu göstermektedir. Mesele sadece Tunus ile sınırlı olmayıp küresel sömürü ve vesayet odaklarının, yerli işbirlikçileri eliyle İslam coğrafyasını sekülerleştirme çabalarının bir parçasıdır. Tunus halkı oluşturulmak istenen diktatörlüğe karşı, birlik ve beraberliğini koruyarak meşru ve sivil yöntemlerle iradesine sahip çıkmalıdır.

150648 img 20220802 wa0007