Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
ALİ ONUR ŞAHİNOĞLU

BİZ, GAYBA İNANANLAR

Taylor, Seküler Çağ adlı eserinde, “Kuzey Atlantik dininin” (Kuzey Atlantik Paktı’nı hatırlatan bu tabir oldukça manidar) geleceğini araştırırken konuyu yerleşikler ve arayıcılar arasındaki ilişkinin ne şekilde evrileceğine getirir. Burada yerleşiklerden kasıt dine klasik biçimde yaklaşan inananlar, arayıcılarla anlatılmak istenen ise adından da anlaşılacağı üzere inanç konusunda kendi yolunu bulmaya çalışanlardır.

Bu ayrımda yazar, Epstein’ın Sovyetler sonrası Rusya’sındaki durumu açıklamak için kullandığı iki terime göndermede bulunur: Minimal din ve post-ateizm. Nedir bunlar?

O zamana kadar her türlü dinsel formu reddeden ateist bir rejimde –ve yazarın tabiriyle Marksist komünizmin vazettiği uzak olana yönelik evrensel kaygıyla- yaşamlarını sürdüren insanlar, bu rejimden boşalan alanı, kiliselerden uzakta, yakın çevresinde, ailesi ve arkadaşlarını arasında, mekânın ve nesnenin farkındalığını yaşayarak doldurdular. Mezheplere mesafeli, inancı kiliseden uzakta, kırda bulan bu insanlar minimal bir din anlayışına sahiptiler. Yazar bu eğilimi post-ateizm olarak nitelendiriyor.

Dine uzun yıllar mesafeli duran seküler bir yönetim biçimine sahip ülkemizde, 21. Yüzyılda artan muhafazakarlığın nereye doğru evrileceğini okumak için sağlam bir başlama noktası. Hatta son dönemde gündemde olan dini içerikli -aslında hedefi izlenme sayısı olan ve bu uğurda peygamberi bile malzeme yapan- tartışmaları anlamak kolaylaşabilir.

Acaba bizde, tarikatlarla, mahalleyle, bazen Anadolu ile karşılanan klasik dindarlık ile reformculukla, farklı okuma gruplarıyla, bazen dinin özü gibi ifadelerle karşılanan yenilikçi anlayışın karşılaşmasından ne çıkacak?

Her halükarda, herhangi bir alanda “işlerin” sağlıklı yürümesi için bir sistemin olması gerektiğine inanıyorum. Ancak aklımın bir köşesinde inancın böyle bir kurum olmadığı, hatta bir kurum olmadığı da var. Kul ile Allah arasında yollar vardır. Aslında bütün bir felsefe, binlerce yıllık düşünce külliyatı da ne kadar uzak görünürse görünsün bu yolların varlığını, neliğini araştırır. Bu kestirme yollar, kişilerin öyküleri birebir aynı olsa bile birbirine benzemez. Bu anlamda, inanç sistem dışıdır.

O halde sistem bu işin neresinde? Ödül ve ceza sisteminde olabilir. Adalet, korku veya bunu karşılayacak başka terimler de pekala bulunabilir. Bence Allah korkusu, “bunu yaparsam cehenneme giderim”i bilmek kadar “herkes Allah karşısında eşittir”i de bilmektir.

İşte sistem, son cümlemin başındaki “bence” gibi tüm “bence”leri insanoğlunun, toplumun iyiliğiyle bütünleştirme çabasında aranabilir.

*

Bana “Niye yazıyorsun?” diye soruluyor bazen. Yapay olmalarına karşın gerçekmiş gibi muamele gören bütün kişisel gelişim ağaçlarının “bana getirisi nedir” sorusu ile sulandığı bir çağda olağan sorular bunlar.

Ama bu sorunun muhatabı ben değilim. Bu sorunun muhatabı, bizim gibi okumayı sevmeyen, sevse de sosyal medya fotoğrafları için seven bir toplumda halkın bilgilenmesi ve bilinçlenmesi için ilk adımı teşkil eden “köşe”lerde senelerdir aynı düşünceleri paylaşan kişilerdir.

Herhangi bir köşe sahibini son üç dört yazısına bakın, anlarsınız ne demek istediğimi. Özgün olanlar bir elin parmağını -mecaz yapmıyorum- geçmez.

Siz, “çalışan”ları okuyorsunuz, yazarları değil.

Ama kimse bundan vazgeçemez. Çünkü herkes bir “şey” olmak istiyor.

Bu herkes, dostluklarını, gittiği mekanları, attığı mesajları, yediğini içtiğini, resimlerde birlikte göründüğü kişileri, katıldığı davetleri, yazarken ve konuşurken kullandığı kelimeleri, hatta düşüncesini, belki inancını bile bu “şey”e göre seçiyor.

Hep derim, diğer tarafta en hakim duygu herhalde “şaşkınlık” olacak. İyi bildiğimiz kötüler, kötü bildiğimiz iyiler. Çünkü kalpler ortaya çıkacak. Yani görünmeyen. Yani gerçek.

*

Bir de daha kapsayıcı bir “Niye yazıyorsun?” var. Yalan olmasın, bu soru artık can sıkıcı geliyor. Belki de zaman zaman bu köşeden yüklendiğimiz “çağ”ın, insanlara sirayet eden havasından kaynaklanıyor bu. “Bilmek” ve “yapmak” arasındaki bağ koptu. Çoğunluk “bak ne çok şey biliyor” putuna döndü yüzünü. “Yapmak” unutuldu. Büyük sorular anlamını yitirmeye başladı. Hikmet arayışı günlük hayattan dışlandı.

Niye yazıyorsun? Ne fark eder.

Burada ne yapıyoruz? Ne fark eder.

İyi nedir? Ne fark eder.

Güzel nedir? Ne fark eder.

Tanrı var mı? Ne fark eder.

Doğru nedir? Ne fark eder.

Ölüm son mu? Ne fark eder.

Aydının bu çağdaki görevi biraz da insanları “ne fark eder” alanından “fark eder” alanına çekmektir. Neticede, ne fark eder alanında şekil verilebilir hale geliyor “insan”. Bu noktadan sonra ne cinsiyet kalıyor, ne ahlak kalıyor, ne hikmet kalıyor, ne soru kalıyor, ne cevap kalıyor.

 

İşiniz rast gitsin.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER