Bölgesel Gerçeklikle Yüzleşmek: Terörsüz Türkiye, Birleşik Suriye ve SDG’nin Kaçınılmaz Entegrasyonu
Orta Doğu’nun sürekli değişen jeopolitik manzarasında, devletlerin uzun vadeli çıkarlarını gözeten bir stratejik akıl için bazı gerçekler tartışmaya açık değildir. Bu gerçeklerin başında, Türkiye’nin kırk yılı aşkın süredir mücadele ettiği PKK terör örgütünün bölgesel yapılanmaları, bunların isim değiştirerek meşruiyet arayışı ve uluslararası güçlerin sahadaki vekâlet savaşlarında bu örgütleri araçsallaştırması gelmektedir. Bugün SDG adıyla bilinen ve Batılı muhataplar tarafından “saha ortağı” olarak lanse edilen yapı, kronolojik gelişimi, kadro oluşumu, komuta zinciri ve ideolojik gövdesi itibarıyla PKK’dan bağımsız değildir; tam aksine, PKK’nın Suriye uzantısı olan YPG–PYD hattının yeniden markalanmış, politik ambalajı cilalanmış versiyonudur.
Bu gerçek, sahadaki bütün aktörler tarafından bilinmekte, ancak bazı ülkeler tarafından örtülü çıkarlar nedeniyle çoğu zaman görmezden gelinmektedir. Oysa Türkiye’nin güvenlik mimarisi, Suriye’nin toprak bütünlüğü ve bölgesel barışın yeniden tesis edilmesi açısından bu örtülü oyunların açıkça tanımlanması ve doğru konumlandırılması artık zorunluluktur. Bu köşe yazısının amacı; Türkiye’nin “Terörsüz Türkiye” vizyonu, Suriye’nin yeniden bütünleşme süreci ve SDG’nin gelecekte kaçınılmaz olarak Şam yönetimiyle entegrasyonuna giden mecburi yolu stratejik bir akıl çerçevesinde ortaya koymaktır.
PKK’nın Kuruluşundan SDG’ye: Kronolojik Bir Gerçeklik Haritası
1970’lerin sonlarında ortaya çıkan PKK, kuruluşundan itibaren dış aktörlerin lojistik, silah ve eğitim desteğiyle Türkiye’nin toprak bütünlüğünü hedef alan, sivilleri ve güvenlik güçlerini hedef alan kanlı eylemler yürütmüş, bu süreçte binlerce masum insanın hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. Örgütün lider kadrolarının önemli bir bölümü, örgütün ilk dönemlerinden itibaren Suriye topraklarını bir lojistik arka bölge olarak kullanmış; Hafız Esad döneminden beri PKK’nın Kamışlı, Haseke ve Aynularab hattında eğitim alanı bulduğu bilinen bir gerçektir.
Kronolojinin en önemli kırılmalarından biri ise Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması sonrası örgütün Suriye yapılanmasının bağımsız bir damar şeklinde devam ettirilmesidir. Bu damar, ilerleyen yıllarda PYD adıyla kurumsallaşmış, PKK’nın ideolojik omurgasını ve yönetim tarzını birebir taklit ederek Suriye’nin kuzeyinde kadrolaşmıştır. PYD’nin askeri kanadı olarak ortaya çıkan YPG ise yıllar içinde sadece isim değiştirerek, ABD’nin IŞİD ile mücadele stratejisinde kendisine alan bulmuş ve bu süreç örgütün yeniden markalanmasıyla sonuçlanmıştır: SDG.
Bugün Mazlum Abdi olarak bilinen Ferhat Abdi Şahin, PKK’nın bizzat Kandil’de yetiştirdiği, Abdullah Öcalan çizgisine bağlılığıyla tanınan bir kadrodur. Suriye’de ortaya çıkan YPG-PYD-SDG çizgisinin yönetimsel ve ideolojik devamlılığı da bu nedenle tartışmasızdır. Örgüt yeni isimler almış olsa da kadrolar, eğitim yöntemleri, örgütsel hiyerarşi, ideolojik referanslar ve nihai hedefler aynı kalmıştır. Değişen yalnızca sahadaki güç dengelerine uyum sağlayan terminoloji ve propaganda dilidir.
Suriye İç Savaşının Başlangıcı ve Örgütün Alan Kazanması: Stratejik Bir Boşluk
2011’de başlayan Suriye iç savaşıyla birlikte ülkede devlet otoritesinin zayıflaması, birçok bölgenin farklı grupların kontrolüne geçmesine yol açtı. Bu süreçte ortaya çıkan boşluk, uluslararası güçlerin Suriye sahasını yeniden dizayn etme çabalarını hızlandırdı. SDG’nin yükselişi tam da bu boşlukların ve vekâlet savaşlarının ürünüdür.
ABD öncülüğündeki koalisyonun IŞİD ile mücadelede YPG’yi tercih etmesi, örgütün kendisine meşruiyet zemini oluşturma sürecini hızlandırdı. Ancak ABD’nin amacı hiçbir zaman Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak ya da bölge halklarının uzun vadeli demokratik geleceğini inşa etmek olmadı. Amaç, sahada IŞİD’e karşı hızlı sonuç alabilecek bir kara gücü yaratmak, bu gücü kendi çıkarlarına göre yönlendirmek ve uzun vadede Suriye’nin kuzeyinde nüfuz alanı oluşturmaktı. SDG bu nedenle bir askeri ortak değil, geçici bir araç olarak kurgulandı.
Bu stratejinin bir yan ürünü, PKK’nın Suriye’de “devletçik” kurma umudunun canlanmasını sağladı. Bu süreçte Türkiye’ye karşı saldırılar da Suriye hattından koordine edilmeye başlandı. Dolayısıyla SDG’nin güçlenmesi, Türkiye’nin ulusal güvenliği için doğrudan tehdit anlamına geliyordu.
Türkiye’nin Devlet Aklı ile Verdiği Yanıt: Terörsüz Türkiye Vizyonu
Türkiye, Suriye iç savaşının oluşturduğu tabloyu sadece bölgesel bir risk olarak değil, kendi ulusal güvenliğine doğrudan yönelik bir tehdit olarak okudu. Bu nedenle ülkenin son yıllarda uyguladığı güvenlik doktrini savunma pozisyonundan çıkıp, proaktif müdahale esasına dayanan yeni bir anlayışa geçti.
“Terörsüz Türkiye” vizyonu, yalnızca sınır içi operasyonları değil, aynı zamanda Suriye ve Irak sahalarında örgütün üst düzey kadrolarına yönelik nokta operasyonları, terör finansmanının kesilmesi, uluslararası aktörlerin örgüte sağladığı örtülü desteklerin diplomatik yollarla engellenmesi ve terörle mücadelede devlet kurumlarının koordinasyonunun güçlendirilmesi gibi çok boyutlu bir stratejiye dayanıyor.
Nitekim Türkiye’nin güney sınırında oluşturulmak istenen terör koridorunun engellenmesi, sahadaki denklemi kökünden değiştirdi. Türkiye’nin Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Pençe serisi operasyonları, örgütün genişleme kapasitesini durdurduğu gibi, örgütün uluslararası meşruiyet arayışını da sekteye uğrattı. Bu operasyonlar sahada yalnızca terör yapılarını değil, onları araçsallaştıran planları da boşa çıkardı.
Şam’da Yeni Dönem: Suriye’nin Toprak Bütünlüğü ve SDG’nin Geleceği
Ahmet Şaraa’nın geçici cumhurbaşkanı olarak göreve gelmesi, Suriye’nin geleceği açısından kritik bir dönüm noktasıdır. Şaraa yönetimi, Suriye’nin toprak bütünlüğünü temel ilke olarak benimsediğini açıkça ilan etmiş, ülkenin kuzeydoğusunda “paralel bir silahlı yapı”nın varlığını kabul etmeyeceğini net şekilde ortaya koymuştur. Bu durum SDG’nin geleceğini doğrudan belirlemektedir.
SDG’nin siyasi ve askeri yapılanması, Şam tarafından hiçbir zaman bağımsız veya meşru görülmedi. Çünkü örgüt, PYD-YPG-PKK üçgeni üzerinden Şam’ın egemenlik haklarını fiilen sınırlayan bir güç olarak konumlandı. Bu nedenle Şaraa yönetiminin SDG’nin silahlı yapısını tasfiye etmesi ve örgüt unsurlarını Suriye ordusuna entegre etmesi, hem devlet aklının hem de uluslararası hukukun bir gereğidir.
Bugün Suriye’de barışın tesis edilmesi, yalnızca çatışmaların bitmesiyle değil, ülke sınırları içinde tek bir meşru silahlı gücün kalmasıyla mümkündür. Bu da SDG’nin er ya da geç Şam yönetimiyle entegrasyonuna işaret eder.
SDG’nin Manevraları: Gerçekten Bağımsız Bir Güç mü, Yoksa Geçici Bir Araç mı?
SDG, sahadaki gücünü korumak ve özerk bir yapı oluşturmak için çeşitli siyasi manevralar yapmaktadır. Bunların başında uluslararası kamuoyunda kendisini “seküler, demokratik ve yerel halkı temsil eden bir güç” olarak tanıtma çabası gelir. Oysa SDG’nin yönetici kadrosunun büyük bölümü PKK’nın eğitim kamplarından geçmiş, örgüt içinde yıllarca görev almış kişilerden oluşmaktadır. Örgütün ideolojik çizgisi ve yönetim karakteri, PKK’nın kuruluş dönemindeki metodolojiyi birebir yansıtır.
SDG’nin özellikle Türkiye’nin güvenlik operasyonlarında kendisini “IŞİD’e karşı savaşan güç” olarak sunması, uluslararası desteği sürdürme amaçlı bir propaganda taktiğidir. Ancak bu propaganda sahadaki gerçekleri değiştirmez: SDG, YPG’nin devamıdır; YPG ise PYD’nin askeri kanadıdır ve PYD doğrudan PKK’nın Suriye yapılanmasıdır.
Örgütün gerçek amacı bölgesel bir “devletçik” kurmak ve bunu uluslararası meşruiyetle güçlendirmektir. Bu nedenle SDG’nin ABD’den aldığı silahlar, lojistik destek ve eğitim, örgütün kendisini sürdürme kapasitesini artırmaktadır. Ancak bu kapasitenin sürdürülebilirliği, ABD’nin sahadaki varlığına bağımlıdır. ABD’nin çekilmesi durumunda SDG’nin Şam ve Ankara karşısında hiçbir uzun vadeli direnç noktası kalması mümkün değildir.
İsrail Faktörü: Bölgesel Dengeyi Bozan Destek Hatları
Orta Doğu’daki vekâlet savaşlarının en belirgin aktörlerinden biri olan İsrail, Suriye’nin parçalanmasını, PKK’nın Suriye uzantısının güçlenmesini ve İran’ın Suriye içindeki etkinliğinin sınırlandırılmasını kendi güvenlik doktrininin bir parçası olarak görmektedir. İsrail’in SDG ile örtülü temasları, zaman zaman açığa çıkan askeri ve istihbari işbirlikleri, SDG’nin sahadaki varlığının yalnızca ABD desteğine dayanmadığını, aynı zamanda bölgesel güç dengelerini manipüle etmeye çalışan başka aktörlerin de buna dahil olduğunu gösterir.
İsrail’in bölgesel politikasının temel amacı, Türkiye ve İran gibi büyük bölgesel güçlerin çevrelenmesi, Suriye’nin yeniden güçlü bir merkezi otoriteye kavuşmasının engellenmesi ve kendisine tehdit oluşturabilecek bütün parametrelerin etkisiz hale getirilmesidir. SDG bu planın bir parçası olarak değerlendirildiği için sahada destek görmektedir. Ancak bu destek, bölgenin uzun vadeli barışını değil, sürekli çatışma ve parçalanmışlık içeren bir düzeni beslemektedir.
Bu nedenle SDG’nin İsrail ile olan örtülü ilişkileri, örgütün bölgesel barışa hizmet eden bir güç değil, dış aktörlerin çıkarlarına göre hareket eden bir yapı olduğunu açıkça göstermektedir.
Neden SDG Silah Bırakmalı? Devlet Aklının Perspektifi
Suriye’nin geleceği üç temel sütun üzerine kurulabilir:
1. Ülkenin toprak bütünlüğü
2. Devletin egemenlik hakkının sahada tek merkezden uygulanması
3. Komşu ülkelerin güvenliğini tehdit eden silahlı yapıların tasfiyesi
Bu üç sütun, yalnızca Şam için değil, Türkiye için de hayati önem taşımaktadır. Çünkü Türkiye’nin güney sınırında terör tehdidinin devam etmesi, hem iç güvenlik hem bölgesel istikrar açısından kabul edilemez bir durumdur.
SDG'nin silah bırakması;
Suriye’nin kuzeydoğusundaki paralel yapılanmanın sona ermesini,
PKK’nın bölgedeki lojistik damarının kesilmesini,
Türkiye-Suriye normalleşmesinin hızlanmasını,
ABD’nin bölgedeki vekil gücünün etkisinin azalmasını,
İsrail’in uzun vadeli vekâlet politikalarının zayıflamasını sağlayacaktır.
Bu nedenle SDG’nin silah bırakması yalnızca Suriye için değil, Orta Doğu’nun tamamı için stratejik bir kazançtır.
Entegrasyonun Kaçınılmazlığı: SDG İçin Tek Gerçekçi Yol
SDG’nin geleceğinde üç senaryo vardır:
1. ABD çekilir ve SDG Şam ile anlaşır.
– En gerçekçi, en rasyonel ve en sürdürülebilir senaryodur.
– SDG unsurları Suriye ordusuna entegre edilir.
– Terör yapılarına dönüşebilecek paralel güçler tamamen tasfiye edilir.
2. ABD çekilir ve SDG direnmeye çalışır.
– Bu senaryonun ömrü çok kısa olur.
– Şam, Türkiye ve bölgesel aktörler tarafından hızla tasfiye edilir.
3. ABD kalır ancak örgüt içi parçalanma başlar.
– SDG içindeki PKK kökenli kadrolarla yerel Arap unsurlar arasında çatışma çıkar.
– Örgüt kendi içinde dağılır ve sahadaki hakimiyetini kaybeder.
Bu üç senaryoda da tek ortak sonuç vardır:
SDG Şam ile entegrasyon dışında uzun vadede hiçbir yapısal gelecek inşa edemez.
Terörsüz Türkiye – Birleşik Suriye: Ortak Kader ve Ortak Gelecek
Türkiye’nin “terörsüz gelecek” vizyonu ile Şam yönetiminin “birleşik Suriye” hedefi bugün aynı stratejik noktada buluşmuştur. Bu buluşma sadece iki ülkenin değil, bütün Orta Doğu’nun geleceği açısından anahtardır.
Türkiye, sınır güvenliğini sağlamak ve PKK tehdidini tamamen ortadan kaldırmak istiyor.
Suriye, ülkesindeki paralel silahlı yapıların ortadan kalkmasını ve egemenlik haklarının iade edilmesini talep ediyor.
Bölge halkları, on yılı aşkın savaşın ardından istikrar ve güvenlik arıyor.
Uluslararası aktörler sahadaki çatışmanın sona ermesinden ekonomik ve siyasi kazanç elde etmeyi hedefliyor.
Bu konjonktürde SDG’nin silahsızlanması ve devlet yönetimlerine entegre olması hem kaçınılmaz hem gerekli hem de bölgesel barışın en kritik adımıdır.
Sonuç: Stratejik Gerçeklik ve Tarihin Doğru Tarafında Durmak
Bugün SDG’nin önünde bir yol ayrımı vardır. Bu yol ayrımı yalnızca örgütün geleceğini değil, Suriye’nin yeniden yapılanmasını, Türkiye’nin güvenlik mimarisini ve Orta Doğu’nun uzun vadeli istikrarını belirleyecektir.
Yolun bir tarafı;
dış aktörlerin vekil gücü olarak kullanılan, sürdürülebilirliği olmayan, bölgesel çatışmaları körükleyen bir yapının parçası olmayı sürdürmektir.
Diğer tarafı ise;
silah bırakarak Suriye devletine entegre olan, bölgesel barışa katkı sağlayan, halkın güvenliğini önceleyen ve tarihin doğru tarafında yer alan bir ulusal güç olmaktır.
Devlet aklının gördüğü gerçek nettir:
Terör örgütlerinin bölgesel projeleri ne kadar destek alırsa alsın, kalıcı değildir. Kalıcı olan, devletlerin iradesi, toplumların talebi ve bölgesel barışın zorunluluğudur.
SDG bugün bu gerçeği görebilir ve Suriye ile Türkiye’nin barış, güvenlik ve istikrar eksenine dahil olabilir.
Ya da bu gerçeği görmezden gelerek tarihin kaybedenleri arasındaki yerini alacaktır !
Bu denklemde DEM Parti’ye de çağrımız o dur ki, süreci sulandırmak, SDG’yi silah bırakma kapsamı dışında gibi, akıl ile bağdaşmayan Ali-Cengiz oyunlarına girmek, gelinen nokta da daha evvel yaptığınız hataların çok daha ötesinde , kendi kendinizi idam sehpasına çıkartıp sehpayı ayağınızın altından itmektir ! Sakın ola ki Amerika’lı ve İsrail’li kardeşlerinize güvenip yanlış strateji ve kararlarda ısrar etmeyin. Tahammül seviyesi düşerse sizi BM dahi kurtaramaz. Zira TÜRK DEVLETİ herşeyi en ince ayrıntısına kadar görmekte ve TAHAMMÜL SEVİYESİ AZALMAKTADIR !