Geleneksel savaşta uzun bir hazırlık ve manevra dönemi gerekiyordu. Taraflar benzer mantıkla hareket ettiği için, devlet ileri gelenleri, ellerindeki istihbarat bilgisini Almanların fingerspitzengefühl (parmak ucu hissi) dedikleri yetiyle yorumlayarak savaşın kokusunu alabiliyorlardı.
Tarih akışı içerisinde gittikçe zayıflayan bu anlayış, 7 Aralık 1941 gününün erken saatlerinde derinden sarsıldı. Japonya, beklenmedik (ya da göz ardı edilen) bir saldırıyla Pearl Harbor’da bulunan ABD’nin Pasifik donanmasına büyük zayiat verdirdi.
Bu sürpriz saldırı sonrası savunma araştırmalarında teknolojinin yüzdesi arttı. Özellikle Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü yeni dünya düzeninde, önleyici stratejiler önem kazandı. Devletler, kendi egemenlik sahalarında üstünlüklerini korurken, müttefiklerin olduğu uzak coğrafyalarda da aynı derecede etkili olmak istiyorlardı. Ancak teknoloji ağırlıklı bir anlayışın getirdiği bazı dezanvatajlar ortaya çıktı.
Asker sayısını veya silah adedini taklit edemiyordunuz. Ancak teknoloji taklit edilebilir bir olguydu. Nitekim, ABD üniversitelerinde eğitim alan Çinli mühendisler, diğer süper güç olan SSCB’nin füzesini devşirerek Silkworm (ipekböceği) füzesini tasarlayabiliyordu. Dahası bu devşirme füzeler daha sonra Ortadoğu ülkelerine satılabiliyordu. Her açıdan kontrol altında tutmak istedikleri bölgelerde kendi teknolojilerinin kullanıldığını görmek, süper güçlerin canını fena sıkıyordu. Nitekim Biden’ın başkan seçildikten sonra İran’ın nükleer faaliyetlerinin bölgedeki diğer ülkelere de aynı motivasyonu vermesi hakkındaki “…ve o bölgede ihtiyacımız olan son şey…” açıklaması da bu anlayışı destekler nitelikte.
Soğuk Savaş sonrası döneminin tek kutuplu dünyasında, silah ticaretinin büyük bir kısmını Batı yapmaya başladı. Seçeneğin fazla olmadığı bu konjonktürde, tek bir merminin satışı bile politik baskı aracı olarak kullanıldı. Türkiye’nin başına daha önce Kıbrıs’ta dert olan bu anlayışı, en son F-35 konusunda gördük.
Kim ne derse desin, silahlı hava unsurlarının yerini hiçbir caydırıcı güç tutmaz. Bu coğrafyada Türkiye’nin modern jetlerden kurulu filolara ihtiyacı vardır. ABD bunu çok iyi biliyor. Türkiye de ABD’nin eskisi gibi bir müttefik olmadığını biliyor. Dünya kamuoyu üzerinde yoğun bir ters algı oluşturularak, Türkiye’nin ittifakı bozduğuna dair açıklamalar yapılıyor. Görünür sebep S400 alımıdır. Ancak uzun zamandır devam eden ve 15 Temmuz ile iyice derinleşen ayrımı kimse göz ardı edemez. Batı’nın klasik stratejisidir. Sizi ters taraftan istediği yöne gitmeye zorlar. Mecburen o tarafa düştüğünüzde, ihale size kalır.
Peki Türkiye ne yapabilir?
-F-16 modernizasyonu: Kısa vadede işimizi görebilir. Ancak sıcak bir temasta Rafale ve F-35 filolarıyla baş edemez. Kaldı ki Ege’deki komşumuz eşzamanlı olarak kendi F-16’larını da modernize ediyor.
-Su-57: Rusya’nın 5. nesil savaş jeti düşünülebilir. Rusya da bu uçağın stratejik ortaklara ihracatı konusunda geçtiğimiz günlerde yeşil ışık yaktı. Yapısal olarak belki F-35’in muadili sayılabilir. Beyin ve elektronik aksam olarak geride kaldığı bilinen bir durum. Artı olarak Türkiye, 1951’den beri NATO üyesi. Bütün havacılık sistemi buna göre yapılandırıldı. Ne derece uyum sağlanır, bu da başka bir konu.
-MMU (Milli Muharip Uçak): Operasyonel olması en iyi ihtimalle 2030’ları bulur. Bu zaman zarfında Ege’de üstünlüğü kaybedebiliriz. Keşke biraz erken olsa ama havacılıkta işler böyle yürümüyor. Her halükarda bize zaman kazandıracak bir çözüme ihtiyaç var.
-Eurofighter Typhoon: Bu yol tercih edilirse siyasi bir anlamı da olur. Avrupa ortaklığında üretilen bir uçak olduğu için Batı’yla tekrar iletişime geçilecek bir kapı aralayabilir.
-S-400: Türkiye, S-400 ve Patriot arasındaki seçimde doğru karar verdi. En basitinden etkili mesafeler arasında ciddi fark var. (400 km / 150 km) Ancak bu testi S-400 ve F-35 karşılaştırmasına taşırsak, görünmezlik, irtifa gibi farklı faktörler devreye giriyor. Böyle bir tercih, siyasi restleşmeyi de uzatacaktır.
Havada caydırıcı olabilecek silahlı unsurlara sahip olmak, Türkiye’nin önceliği olmalıdır. İçeride yapay konularla vakit kaybederken, Doğu Akdeniz, Ege ve Ortadoğu’da gerçekliği şüphe götürmez bir yığınak yapılmaktadır.
*
Tarihi kazananlar yazar. Bu nedenle, otobiyografilere, anı ve hatıratlara büyük değer veririm. Kırılma noktalarının, fark edilmemiş bilgilerin bu eserlerde gün yüzüne çıkmaya can attığını düşünürüm.
Daha önce 12 Eylül sürecindeki anılarını topladığı Adalar Adalılar kitabını büyük bir zevkle okuduğum, Sayın Mahmut Esat Güven’in Mamak’tan Mekke’ye kitabını da iştahla okudum. Anlaşılır üslubunu bu kitapta da sürdüren yazar, ülkemizin son derece çalkantılı siyasi arenasındaki mücadelesini dürüstlükle anlatmış.
Konfor alanını genç yaşta terk etmek zorunda kalan yazar, mış gibi yapmadan yolculuğunun başlangıcını ve nereye doğru sürdüğünü anlatıyor. Sayfalar akarken okuru yalnız bırakmayan belirgin bir samimiyet hakim. Okuru yer yer sarsan, yer yer eli çenesinde düşünmeye sevk eden anılar var.
“Cezaevinde Kel Bekir vardı. Kuyruğu şu kadar uzunlukta, koca bir lağım faresi. Hücrenin içi dize kadar çamur. Lağım borusunu kırmışlardı mahsus…”
*
Bizim isimsiz filozofla oturduk yine geçenlerde. Malum pandemi nedeniyle kısıtlamalar sürüyor. Ayaküstü ne konuşabilirsek konuştuk. Bir Z kuşağıdır gidiyor. “Üstad, nedir fikrin?” diye sordum.
Önce gülümsedi, sonra kaşlarını çattı. “Gençlerin hakkını araması her zaman hoşuma gitmiştir,” diyerek devam etti: ‘Ama bu etkili gücün nereye kanalize edildiği önemli. Hani bilindik bir reklam vardı, kontrolsüz güç güç değildir diyordu, aynen öyle.”
Kafamı sallayarak hak verdim. O da devam etti.
“Ne kuşağı olursa olsun, insanoğlu davranışları, özellikle de kitlesel olaylarda rahatlıkla öngörülebilir. Davranış biliminin, nöropsikolojinin bu kadar geliştiği günümüzde, tepkiler de rahatlıkla manipüle edilebilir. Devletler bunu çok iyi bilir. Zaten politika da bir anlamda bu yönelimi kontrol eden bir toplum mühendisliği değil midir?”
“Öyledir, evet.”
“O halde, bu gençlere devletin ne anlama geldiğini, coğrafyamızda kişilere değil Türkiye’nin özgürlüğüne yönelik bir hareketlenme olduğunu anlatmak gerek.”
Dostumdan ayrılırken aklımda şu meşhur hikaye vardı. Baba oğullarını toplamış, hepsine birer tane dal verip, “Haydi kırın,” demiş. Hepsi de kolaylıkla kırmış. Sonra dalları birleştirip tekrar vermiş. Bu kez hiçbiri kıramamış.
DİKKATİMİ ÇEKENLER
Monolit: Daha önce dünyanın farklı bölgelerinde ortaya çıkanlara benzer bir metal blok da Göbeklitepe yakınlarında bulundu. Üzerinde Göktürk alfabesiyle, “Ayı görmek istiyorsan gökyüzüne bak,” yazıyor. Bakalım bu işin sonunda ne çıkacak?
Zombi piller: Geri dönüşüm merkezlerinde ayrıştırılırken patlayan pillere verilen ad. Özellikle cep telefonları, tabletler ve diş fırçalarındaki lityum-iyon pilleri tehlike arz ediyor.
Uyuyan mikroplar: Bilim insanları, Güney Pasifik’in dibinde 100 milyon yıldır uyuyan mikropları uyandırdı. Araştırma, basit canlıların minimum gereksinimle nasıl hayatta kalabildiğine ışık tutuyor.
YORUMLAR