İnsan çoğu zaman yaşadığı hayatın tam içinde yaşayamaz. Bazen seyreder, bazen sadece görür. Bazen de, yaşadığı hayatı olduğu gibi kabul eder. Çoğu zamanda ne yaptığının, kime neler yaşattığının farkında bile değildir, bir ruh gibi etrafta dolaşır. Bu hepimiz için geçerlidir. Bazen de öylesine katılırız hayatın içine, herkesin güldüğü salonda bizde güleriz. O an yüzümüzü güldüren içimizdeki sevinçler değil, salondaki mutluluğun yansımasıdır.
İç ruhumuzu etkilemeyen hiçbir şey bizi derinden etkileyemez. İnsan en çok yaşadıklarını hisseder. Empati ise reklamlar gibidir, bir an etkilenir sonra unutur gideriz. Seni anlıyorum demek aslında tam bir aldatmacadır. Hiç kimse bir başkasını tam olarak anlayamaz. “Seni anlıyorum” demek, benzer duyguları yaşamışsak o an yaşadığımızı tekrar hissedebilmekle aynı anlama gelir. Aslında karşımızdakini anlamak dediğimiz yine insanın kendini anlamasıdır. Başkalarının acılarını kendi acımızın bizi üzdüğü kadar anlayabiliriz. Benim yaşadığımı yaşamış diyerek karşımızdakine üzülürken aslında kendimize üzüldüğümüz de doğrudur. Bu durum da karmaşıktır. İnsanlar birbirlerini anlıyor olsalardı dünya üstünde acılar, hüzünler, kan davaları ve açlık biterdi. Diğer yandan insana özge bazı şeyler de yaşanmadan asla bilinemez. Örneğin hiç doğum yapmamış, gebelik süresini yaşamamış, doğum sancılarında hastane odalarını çığlıklarıyla inletmemiş birisinin evlatlık çocuk edinmesi aynı anlama gelebilir mi? Gerçek annenin yerini tutabilir mi? Tüm bu sorular kişilere göre değişim gösterebilir. Bu tür içsel, duygusal boyutta ele alınması daha sağlıklı olacaktır.
Doğanın bir kanunu gibidir; hep üzülmüşsen yine aynı benzer ilişkileri kendine çekeceğinden emin olabilirsin. Ne zaman yeni bir hayata adım atmak istesen içindeki o yarım kalmış, öksüz, kalbi kırık çocuk ağrısı uyanacaktır. Bu boşluktan, bir öfkeden kurtulmak için geçmişi tamamen kalbinden silmek, yok etmek, af etmek, olduğu gibi kabullenip yorum yapacak kadar değer vermemekten geçmektedir. Mevcut bir duygudan kurtulmak için yapılması gereken en iyi yöntem de bir başka duyguya yelken açmaktır. Çivinin çiviyi söktüğü gibi, uzaklaşmadan, kopmadan, ayrı kalmadan o duygudan kopmak mümkün değildir. Birilerinin tavsiyesi üstüne yapılan işlerde, hatta bir gönül sevdasında başkalarının sözlerine güvenerek yapılan bir evlilikte de böyledir; mutluysan sorun yok, ama mutsuzluk varsa tüm suçlu seni yönlendirende görürsün. Sebep onlardır. Her ne çektiysen onların yüzüne çektin olur. Gözünde herkes suçlu, herkes hatalıdır. Tek masum insan kendisini görür. Ve tüm sorunlar mutsuzluktan beslenir…
Duygu boşluğu dediğimiz başkalarını anlayamamaktır. Olayları hayatın içinde olduğu gibi değil de, bireysel değerlendirmelerle insanın kendini yalnız hissetmesidir. Bir anlamda olmasını istediği ama olmadığında kendine göre yorumlamasıdır. Bu boşluk insanların hayatlarından hiç gitmez. Bazen iş yerlerinde, bazen ev hayatında yaşanır. Bir insana tam ısınamamak, tam olarak güvenememek, ne yaparsa yapsın sürekli bir şeylerin eksik kaldığı hissetmek bu duygunun bir diğer adıdır. Duygu boşlukları insanları intiharlara bile sürükleyebilir! İnsanın içindeki heyecanı bitirir. Davranışlar sadece olması için yapılan eylemlere dönüşür. Bu boşluğu yaşayan çalışanlar sadece günü kurtarma derdindedirler. Akşam olsun, aybaşlarında maaşını alsın onun için yeterlidir. İş yerinin bir tüzel kişilik olduğunun farkında bile değillerdir. Çalışanların şirketin can damarı olduğunu bilmezler. Elinden geldiğince daha çok verimli çalışması gerektiğinin bilincinde ve düşüncesinde değildirler. Çalışmasının birçok şeyi etkilediği, çalışıldığı için kendi maaşını anlayabildiği düşünmez. Önce insan kendini bilmesi gerekir. İnsan kendini bilmeli ya tam verimli çalışmalı ya da bırakıp gitmeli.
İçsel dünyamızda tüm sorunlar yanıtını bulmamışsa, duygu boşlukları kapanmamış demektir. Duygu boşluğu yaşayanlar genelde istenmeyen davranışlar gösterirler. Örneğin yok yere eşinden kuşkulanırlar, olur olmadık her şeyden şüphelenirler, özel eşyalarını karıştırırlar, telefonlarını kontrol etmeye çalışırlar. Tüm bunlar eşler arasında birbirine saygınlığı bitiren davranışlardır. İlişkileri yürüten güven duygusudur. Geçmişinde güvendiği insanlardan zarar görmüş ya da güven duygusunu zedelenmiş, kendine güvenenlerin duygusunu boşa çıkarmış, bu yüzden tatsız eleştiriler almış olabilirler. Tüm bu davranışlar aslında kişinin kendi dünyasıyla ilgili olup kendine olan güvensizliğinden kaynaklanmaktadır. Diğer yandan kadının ekonomik özgürlüğü ve eğitim en önemli etkendir. Bunlar kadının bilinçlenme düzeyini ve farkındalığı arttırır. Ekonomik güçsüzlük birilerine bağımlı ve çaresizlik olmanın zorluğunda mecbur dayanma, kabullenmeyi zorunlu kılar. Öte yandan eğitimli erkeklerin de kadına ve her şeye karşı şiddet gösterdiği de bir gerçektir. Eğitim, kimi davranışları değiştirebilir ama insanın iç dünyasında eksik kalmış, yaralanmış taraflarını değiştiremez. Hastalıkların, ruhsal boşlukların ve psikolojik hastalıkların bu yüzden tedavisi hep yarımdır. Bazı hastalıklar bir ömür boyu sürer. En büyük kötülükler hep mutsuz insanlardan gelir. Mutsuzluk insanların hayatlarını karartan, çekilmez kılan, çevresini zehirleyen, her güzelliğe karşı çıkan insana özgü bir zehirdir.
Duygu boşluğu yaşanan her evde hızla bir şeyler tersine döner, evdeki huzur her gün biraz daha kaybolmaya başlar. Eşler birbirinin sözünüzü dinlememeye başlar, fındıkkabuğunu doldurmayan sıradan ve basit şeyler yüzünden tartışma başlar. Bazen de dışarıdaki kişiler yüzünden bozulur huzur. Çocuklar da az az şımarır, anne babanın sözünü tutmayıp arkadaşlarıyla daha fazla zaman geçirmeye başlar. Öğrenci ise neyi okuduğunu, neden okuduğunu düşünecek kadar gelişmemiştir beyin hücreleri. Savaşlar ve yokluklar ilgisini çekmez, mazi geçmiş gün, gelecek zaten belirsizdir. Güncel yaşamda yapılan denetimlerde zaman zaman görülen pislikten girilemeyen fırınlar, pastaneler, bacak kadar çocukların sokaklardaki küfürleri, kabadayılık, bencillik dâhil hepsi duygu boşluklarından kaynaklanır. Yine zamanından önce yaşanan, sözlülük ya da nişanlılık da başlayan tensel yakınlaşmalar sonucu da böyledir. Aşkla başladığı sanılan ilişkilerin sonu hep kavgalı, gürültülü sona erer, bazen ermez de sonu kanlı biter…
Duygu boşlukları ev işlerinde de çok sık görülür, her gün yaşanabilir. Erkek tarafında sürekli stresli bir durum olup, ne kadar verimli çalışırsa çalışsın, ne kadar çok para kazanırsa kazansın evi için yeterli olmadığını düşünür. O para hep az gelir. Bereketi yok denen olay işte tam budur. Gerçekten bereketi yoktur bazı şeylerin. Bozdurdun mu parayı hemen biter. Evin hanımı da mutsuz, kayıtsızdır. Ütüyü yaparken bile kendi kendisine, “bir yenisini alamadı, ütü tutmuyor artık, ben ne yapayım” diye söylenir. Kötü, yıpranmış olan gömlek daha da kötü olur. Oysa içinde o boşluk olmasa daha fazla özen gösterecek, gömlek daha güzel ütülenecek, daha güzel görünecektir. Bu boşluğu yaşayan kadın kendi kişisel bakımını da yapamaz, yapmak istemez. Boşluğa düştüğünde kendini bir hiç olarak görür. Örneğin, saçlarımı boyasam da boyamasam da fark etmez, beni zaten sevmez gibi düşünüyor olabilir.
Aile içinde duygu boşluğu yoksa sevinç veren her şey neşeyle anımsanır. Çocuğun doğumu, ilk sözü, ilk aşısı, ilk okul günlerinin hatıraları mutlulukla anlatılır..
Ya boşluk varsa!
Boşluk olduğunda ise “senin yerine taş doğursaydım” denir. İşte bu yüzden duygu boşlukları bazen taş doğurtur… Ama bu sadece sözde böyledir. Annelerimiz hep özeldir. Her ne olursa olsun, insanlar her şeyin bir benzerini ya da bir başkasını tercih edebilirler, seçme imkânı olduğunda seçebilirler. Sadece bir tek şeyin değişmesini asla istemezler. Bu da kendi öz anne babalarıdır.
Duygu boşluğu yaşayan kadınların yemekleri de ya tam pişmemiş, çiğ ya da yanmış olur. Ya tuzu eksiktir ya tadı, yemek iyi olsa bile bu defa servisi kötüdür. Duygu boşluğu olmayan kadınlar servisini yapmadan yemeğin tadına bakarlar. Ailede mutluluğun en basit hali sofralarında belli olur. Sofralar tertipli düzenlidir. Bireyler tatlı tatlı yerler, “amma da çok acıkmışım bundan yine yap, bu ne lezzet, nasıl yaptın” diye yenen yemeklerdir. İşte o yemekler kadının yemeğini yaparken yüreğindeki sevgisini içine katmış yemeklerdir. Oysa duygu boşluğu varsa, “uf, yine mi aynı yemek, bıktım artık neden başka şey yapmıyorsun.” Diye şikâyetlerin bol bol duyulduğu sofralar olur…
Duygu boşluğu olan ailelerin sofralarında aslında yemek değil çöp bulunur. O sofralarda beslenme olmaz. Ne yenirse yensin o yemekler besleyici değil insanı hasta eden virüsler gibidir. O tadı tuzu olmayan yemekler sadece açlığı giderir. Aslında insanlar sofralarında lezzeti değil kalplerindeki sevgiyi yerler. Kalplerde sevgi yoksa zehir olur en tatlı, en leziz yemekler. Sevgi varsa “bu tabakları iyi ki almışız, hani sen sevdiğim için hediye almıştın, çok sevinmiştim, hep çok severek kullanıyorum” diye arada bir eşine teşekkür eder evin hanımı. Ya o boşluk varsa ne olur, tam tersi olur; bir kavgada, bir sinir boşalmasında sofradan fırlatılan, “kaldır şunu” diye itilen, bir mermi parçasına dönüşür o tabaklar.
Yemek sofranıza bir bakın…
Güller mi var, arada bir sevilen, el sürülüp eller koklanan, eller çiçek kokan..
Sofranıza bir bakın..
Sofranızda namluya sürülmüş patlamaya hazır mermiler mi var…
Ellerinize bir bakın, çiçek kokusu mu var yoksa kirli barut kokusu gibi pis bir koku mu?
Ellerinizi bir koklayın…
Güzel kokmuyorsa elleriniz, sarılmayın hiç kimseye, kimsenin elinden tutmayın…
Önce ellerinizi yıkayın yani kalbinizi…
Ve son özet olarak; bütün yaraların sevgisizlikten, bütün açlığın aşktan uzak olmaktan geçer…
Bir defa kaybettin mi sevdiğini, eksiksin artık, yüzünde yapmacık gülüşler, kalbinde sızı…
İyi değilseniz iyi olun…
Hepimizin bir tek hayatı var ve hiçbir şeyin geri dönüşü yok…
YORUMLAR