Modernizmın dayattığı hayat felsefesi, bireyciliği, ben-merkeziyetçiliği, yani kendi çıkarını ve menfaatini her şeyden üstün tutmayı beyinlere yerleştirdi. ‘Önce benim çıkarım, benim keyfim, benim param, benim ailem, benim sözüm’, yaklaşım biçimi kişilerin vaz geçilmezleri oldu. “Her varlık, karşı varlıkla çatışarak çıkarını korumalı,” dustürü ile karı-koca; birbirini tamamlamayan değil, çatışarak hayatta kalabilen varlıklar olarak görmeye başladılar.
Böyle bir anlayışa sahip olan çiftlerde dengeli ve hakkaniyetli bir güç dağılımı mümkün olmaz. Bir taraf, sahip olduğu bir güce- parasına, fiziksel gücüne/güzelliğine, statüsüne vb, güvenerek daha baskın çıkmaya, daha fazla yönlendirmeye, daha fazla teslim almaya yönelir. Diğer taraf buna karşı çıkar, inatlaşır, tartışır veya bütün bütün pasif hale gelir.
Kısacası çiftler önemli ve önemsiz konularda ortak bir noktada buluşmak yerine kendi istedikleri kararların geçerli olması için diretirler.
Evlilik hayatında eşler arasında görülen bu güç mücadelesi, kadının çalıştığı evliliklerde daha fazla görülmektedir. Çünkü evin ekonomisine katkı sunan kadınlar, her konuda söz sahibi olmak, alınacak tüm kararlara ortak olmak ister. Kadın, haklı olduğu bir konuda; erkeğin konumunu, aile reisliğini, yetişme koşullarını hesaba katmadığında kocasıyla ciddi anlamda karşı karşıya gelir. Özgür olmaya, gücü istediği gibi kullanmaya yatkın olan erkek, karısının müdahalesini kabullenemez ve sonu gelmez tartışmalar başlar.
Bu durumda ne mi oluyor?
Paylaşımın olmadığı evliliklerde kişiler, kişilik yapıları, eğitimleri, sosyo-ekonomik durumları gibi etkenlerden dolayı farklı tepkiler verebilirler.
Örneğin, her iki taraf da sahip olduğu gücü karşı tarafa silah olarak kullanır. “Bu mücadelenin gerilimi içine giren erkek, fiziksel ve ekonomik gücünü kullanarak çıkarını korumaya çalışırken; kadın da cinsel gücünü kullanarak karşı atağa geçer”. Bu da bir kör düğüm gibi ilişkileri kilitler.
Güç mücadelesi bazen de eşler arasındaki duygusal bağın kurulmasını engeller veya zayıflatır. Çünkü çatışan evliklerde çiftler, geleceğe dair güvenleri olmadığı için, evliliği ayakta tutan değerlere yatırım yapmazlar. Maddi ve manevi yatırımlarını yavaş yavaş eşlerinden çekip başka birisine, başka bir yere yönlendirirler. Bu, bazen, karşı cinsten bir başkası olurken, bazen çocukları, bazen anne-baba evi veya en iyi ihtimalle işleri olabilir. Eşlerinden kaçmak için kendilerini bunlara öylesine adarlar ki gün gelir, eşleriyle hiçbir duygusal bağlarının kalmadığını anlarlar.
Bazen de yavaş yavaş bir taraf kendini geri çeker, pasifize eder veya edilir. İyice pasifize olan eşin ne düşündüğü, ne hissettiği önemsenmez. Paylaşmak üzerine kurulu olan evlilik tek tarafın kazandığı adaletsiz bir ilişkiye dönüşür. Güçlü olan taraf, aslında huzursuz olsa da gücünü artırarak kullanmaya devam eder. Güç, bir yerde psikolojik bir baskıya dönüşür.
Eşine karşı kullandığı dil ve davranışları da buna göre aşağılayıcı olur. Bu durumda karşı taraf, bazen eşinin tekrar kendisini sevmesi için sabreder, ses çıkarmaz. Ama belli bir zaman sonra , kendisini değersiz, önem verilmeyen bir nesne gibi algılar.
Bu çiftler, ayrılmasalar da mutsuz bir evlilik yaşayıp giderler.
Yapı olarak daha hassas olan kadınlar, belirli bir zaman mücadele ettikten sonra ise yorulur, kendisini evlilikte mutsuz hisseder zihnen evlilik bağından kopar ve bir gün de “katlanamıyorum” diyerek çekip gidiyor.
Peki, bu durumda çözüm nasıl olmalıdır?
Not: Bir sonraki yazımda bu sorunun cevabına eğileceğim)
YORUMLAR