Türkiye’nin kültür ve siyaset hayatında önemli bir yere sahip olan Taksim toplantıları devam ediyor…
70’li yıllarda başlatılan ve şu ana kadar Turgut Özal, Süleyman Demirel, Rauf Denktaş, Erdal İnönü, Tansu Çiller, Kemal Kılıçdaroğlu, Meral Akşener siyaset arenasından birçok ismin onur konuğu olarak katıldığı Taksim toplantılarının 225.si pandemi nedeniyle online olarak yapıldı.
Toplantının onur konuğu Bağımsız Türkiye Partisi (BTP) Genel Başkanı Hüseyin Baş’tı.
Toplantıda ilk olarak BTP’nin merhum lideri Prof. Dr. Haydar Baş anısına, yaptığı konuşmalardan oluşan kısa bir video izlendi.
“Kavga kültüründen uzaklaşmamız gerekiyor”
Daha sonra BTP Genel Başkanı Hüseyin Baş , ‘Demokrasinin geleceği ve Bağımsız Türkiye Partisi’nin rolü’ konulu bir konuşma yaptı.
“Birbiriyle yaşayabilen, birbirini kabullenebilen, birbiriyle diyalog kurabilen, asgari müşterekte sorunları ortak akılla çözebilen bir ortam oluşturabileceğimiz bir eğitim metoduna bizim geçmemiz lazım.” diyen Hüseyin Baş konuşmasına şu şekilde devam etti; “Ancak biz kavga kültürüyle beslenen bir nesil ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Bunu siyasette de, medyada da, sosyal hayatta da, sokakta da yaşıyoruz. Biz kavga edersek, karşımızdakini alt edersek haklı olacağımızı ispat etmiş olacağımızı düşünüyoruz. Halbuki bunu yaparken ‘karşımızdaki artık bizim haklılığımızı kabul mü edecek yoksa bizden uzaklaşacak mı’ sorusunun cevabı elbette ki ‘bizden uzaklaşacak’ olacaktır. Dolayısıyla bu kavga kültürünün ortadan kaldırılması gerekiyor. Bu sistem bu ülkede ne yazık ki yobaz dinciler doğuruyor bu kutbun karşısında yobaz sekülerler doğuruyor. Yobazlık temelde herkesin yaşadığı ve temelde herkesin kendini hunharca savunarak ispat etmeye çalıştığı bir durum ortaya çıkarıyor. Şu temel öğeyi hiçbir zaman gözden kaçırmamak lazım; insanoğlu neye inanırsa inansın, neyi kabullenirse kabullensin bize düşen, o insanla ortak yaşam alanında asgari müştereklerde buluşabilmektir. ‘Peki biz inandığımızın, savunduğumuzun propagandasını nasıl yapacağız’ sorusunun cevabı da şudur; Elbette inandığımız şeyin propagandasını yapacağız. Ancak bunu yaparken evrensel hukuk normları içinde olmak zorundayız. İnandığımız şeyi başkasına kabullendirebilmek için Ortadoğu’da bunu gördük; Müslümanım diye başkalarının kafasını keserek, onları cezalandıran insanları gördük. Dolayısıyla inandığımız şeyleri anlatırken evrensel temel ilkelerden uzaklaşmamamız gerekiyor. Eğer evrensel temel ilkeler içerisinde kalabilirsek biz zaten inandığımız şeye insanları olabildiğince toplayıp, demokratik bir süreç sonunda o inandığımız şeyin de yönetim makamında olmasını sağlayabiliriz, bunu yapmaya çalışmamız gerekiyor.”
“İntikam duygusuyla siyaset yapanlar siyaseti bırakmalı”
Konuşmasında “İntikam duygusuyla siyaset yapan insanların bence kendiliğinden siyasetten vazgeçmesi lazım. Bu intikam ve kavga dilinden biz artık bıktık ve yıldık.” diyen Hüseyin Baş, “Bunun bizi bir yere götürmediğini de gördük. Biz özgür, hür irademizin sandığa yansıdığı, kendi taleplerimizin karşılanabildiği bir siyasetin varlığını istiyoruz. Ben de bu genç yaşımda bu yüzden siyaset yapıyorum. Dolayısıyla bu intikam duygusu ile siyaset yapan her kim varsa bu siyasetten uzaklaşması elzem ve zorunludur.” İfadelerini kullandı.
“Önümüzdeki seçimde muhalefet de ciddi sınav verecek”
Önümüzdeki seçimlerde Türkiye’nin ve muhalefetin de çok ciddi bir sınav vereceğini ifade eden Hüseyin Baş şunları söyledi;
“Önümüzdeki ilk seçimde benim kanaatimce 20 yıldır demokrasi sınavını kaybetmiş bir hükümetin karşısında, demokrasi sınavını yeniden verecek olan bir muhalefet var. Muhalefetin de birleştirici dilinin, birleştirici unsurunun güçlülüğüne göre demokrasi sınavını kazanıp kazanamayacağını gözlemlemiş olacağız.”
“Vatandaş demokrasiyi özümseseydi bunlar başına gelemeyecekti”
Kısa vadede demokratik rejimi rahatlıkla oturtabilmek için devletin kurumlarıyla birlikte kurumsallaşmasını tekrar geri kazandırmanın elzem olduğunu ifade eden BTP lideri Baş, “Bu da YÖK’ün, HSK’nın, YSK’nın, RTÜK’ün, Merkez Bankası’nın, aklınıza hangi kurum geliyorsa bağımsız ve hür iradesiyle kendi kararlarını alabildiği, yargılama mercilerinin yargılama yapabildiği, denetleme mercilerinin denetleme yapabildiği bir sistemin oturtulması çok kısa sürede elzemdir. Çünkü kurumların olmadığı hiçbir ortamda demokrasinin olmayacağı çok aşikârdır. Yaşadığımız son süreç de bunun bir ispatıdır. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin birleştirildiği bir ortam, demokrasinin olduğu bir ortam olamaz. Bu kavramların birleştirildiği ama demokrasiyi yaşıyoruz dediğimiz bir ortam arıyorsak bu bir zaman kaybıdır. Bu erklerin ayrılması ve kendi mekanizmalarını rahatlıkla işletebilmesi lazım. Bunu söylerken akıllara ilk gelen başkanlık sistemi. Bence başkanlık sistemindeki sorunla burada anlattığım sorunlar farklı sorunlardır. Çünkü mevcut Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın parlamenter sistemde Cumhurbaşkanlığını da gördük. Orada da çok fazlaca bir demokratik hukuk devletinde olmaması gereken kararları verdiğini ve uyguladığını gördük. Dolayısıyla başkanlık sistemi ile benim şu anda anlattığım kurumların ve erklerin ayrılması farklı kavramlardır. Bizim başkanlık sistemindeki problemimiz, yönetilenin demokrasiye ne kadar alışmış ve özümsemiş olduğuyla ilgili bir kavramdır. Yönetilen bu demokrasiyi algılayabilmiş olsaydı aslında onları yaşamayacaktı. Yönetilende bu algı tam olarak oturmadığı için sistem ne olursa olsun yöneten de bir zafiyet oluştuğunda istediği sonucu elde edebiliyor ve istediği şeyi yapabiliyor” şeklinde konuştu.
“Hedefimiz ekonomik olarak bağımsız ve ferah bireylerden oluşan bir toplum”
Taksim toplantılarındaki konuşmasında, “Orta vadede bizim ekonomik bir bağımsızlığı ve ekonomik bir rahatlığı elde etmemiz gerekiyor.” ifadelerini kullanan Hüseyin Baş, “Kişiler seçimlerini yaparken belli kaygılar altında bu seçimlerini yaptığı takdirde, gerçek seçimlerini yapamadığını görüyoruz. Çünkü kaygı ve baskı altındaki insan doğruyu bile seçse gerçek seçimiyle muhatap olamıyor. Bugün bizim ülke yönetimimiz de farkındaysak her zaman şunu yapar; diğeri gelirse kuyruklar olacak, diğeri gelirse açlık, yoksulluk olacak gibi argümanlarla seçmeni etkilemeye çalışır. Aslında demokrasinin yükseldiği ülkelerde ekonomik refah düzeyi ve insanların geçim koşullarının kalitesi belli bir yere oturtulmuştur. Burada seçmenin bu kaygılarla muhataplığının gereği yoktur. Seçmen başkaca kaygılarla seçimlerini yapabilir. İşte bizim de aslında BTP olarak Milli Ekonomi Modeli ile oturtmaya çalıştığımız düzenin adı da budur. Biz diyoruz ki, her bireyin bağımsız, ekonomik refahının ve ferahlığının olduğu bir ortamda seçmen, kendi seçimlerini özgür ve hür iradesini ortaya koyarak yapabilecektir. Dolayısıyla kısa ve orta vadede yapılması gereken en temel girişimlerden biri elbette ki ekonomik refahın oturtulmasıdır.”
Kritik soru; Gelecekte köle mi olacağız, efendi mi?
Gelişen teknolojide insanlığın tahminlerin çok ötesinde bir noktaya doğru gittiğini belirten Hüseyin Baş, önümüzdeki dönemde milletlerin efendi ya da köle olma arasında bir durumla karşı karşıya olduğunu ifade etti.
Hüseyin Baş bu konuda şu çarpıcı ifadeleri kullandı;
“Milletleri 3’e ayırıyorum ben; Bir efendi milletler olacak, iki köle milletler olacak, üç tarihten silinerek köle milletlere entegre olmuş diğer milletler olacaklar. Türkiye bu noktada çok kritik bir eşiğin tam başında diyebiliriz. Biz köle millet mi olacağız, efendi millet mi olacağız? Tercihimizi bugünkü çalışmalarımızla sonuçlandıracağız. Mesela Aysun Kayacı’nın, ‘Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir mi’ diye meşhur bir sözü vardır. Ben Aysun Kayacı’ya şu noktada katılırım, eğer konu hayvancılık ise dağdaki çobanın oyu Aysun Kayacı’nın oyundan daha kıymetlidir. Yok eğer konu mankenlik ise Aysun Kayacı’nın oyu dağdaki çobanın oyundan daha kıymetlidir. Ama konu hepimizin yönetilmesi ise eşit yurttaşlık bakımında ikisinin de oyu eşittir. Bunu niye söylediğimi şöyle açmak istiyorum; Biz yakın zamanda baroların bölündüğüne şahit olduk. Ben bir hukukçu olarak fikrim alınmadan baroların bölünmesinden rahatsız oldum. Kişilerin ilgi alanı hangi alan ise buralarda oy kullanmasını sağlayabiliriz. Biz çobanlık ile ilgili bir seçim yapacaksak o çobanlara bu seçimi yaptırabiliriz. Bunun başka bir örneği, Tabipler Odası’nın kapatılması konuşuluyor bu ülkede. Tabipler Odası’nın kapatılıp kapatılmamasıyla ilgilenmiyorum çünkü benim konum değil ama Tabipler Odası’nı siyasetin kapatmasıyla ilgilenen biriyim. Siyaset buna karar veremez, vermemeli. Buna sağlıkçılar karar vermeli, çünkü onların uzmanlık alanıdır. Dolayısıyla biz demokrasiyi kendi içimizde ne kadar özümseyebilirsek, seçimleri ne kadar halka indirebilirsek o kadar yaşamış oluruz. Bu neden elzem bir durum? Çünkü geleceğin dünyasında efendiler kölelerine şunu gösterecekler; diyecekler ki, ‘Sen bugün yeşil renkli giymelisin’ ve biz o yeşil rengi giyip dışarı çıkacağız ve zannedeceğiz ki bunu biz tercih ettik, hayır bunu bize birisi dayattı. Dolayısıyla Türkiye’nin kültürünü, mirasını, maneviyatını, değerlerini, medeniyetini, tarihini yaşayıp yaşatabilmesinin tek yolu da bu tipolojilere bu medeniyeti, bu kültürü aşılayabilme politikasını izleyebilmektir.”