Tokat, dost diyarı ve tarihiyle yaşanılacak güzel şehirlerden biri. Merkezde bulunan Taşhan, diğer tarihi yerlere ve yazmacılar çarşısına yakın olması nedeniyle herkesin buluşma ve uğrak noktası. İklimi ise Karadeniz ikliminin geçiş özelliğini taşıyor.
Tokat’tan Ordu’ya gitmek üzere yola çıkıyoruz. Niksar’ı aşınca Karadeniz’in kıyı kesimleri, tüm güzellikleriyle ve endamıyla buyur ediyor. Yol kenarındaki derin vadilerin örtündükleri doyumsuz ağaçların güzelliğini seyretmek üzere durup buyura iştirak ediyoruz. Etrafı saran muhteşem bir koku bizi kendisine çekiyor. Yöre insanı olan Hüseyin ve eşi Güler İçöz hocalarım, kokunun merkezini keşfediyor ve kurutup yemeklerde kullanmak üzere toplamaya başlıyorlar. Bu nefis kokan bitkinin kayalıklar arasında kendiliğinden yeşeren dağ kekiği olduğunu öğreniyoruz. Tam bir şifa deposu. Yanı başında yabani böğürtlenler, bakir bir şekilde bizi bekliyor! Toplamaya koyuluyoruz. Biraz yiyor, biraz da reçel yapmak üzere poşete koyuyoruz. Mola bitiyor ve yola devam ediyoruz. Dik yokuşlar ve sert virajlardan sonra Ordu’nun Ünye ve Fatsa ilçelerinden geçerek tünelden Perşembe ilçesine varıyoruz.
Perşembe, deniz kenarında, sırtını dağlara yaslamış küçük ve şirin bir ilçe. İnsanları sıcakkanlı. İlçe, yaz mevsimi nedeniyle ülkemizin farklı yerlerinde yaşayan ve yurt dışındaki gurbetçilerin hem sıla özlemini gidermek hem de varsa bahçelerindeki fındığı da toplamak üzere gelmeleriyle birlikte hareketlenmiş. Sahili ve küçük te olsa bir limanı var. Fatsa ve Ordu’ya çok yakın. Şehirlerarası ve uluslararası Ordu-Giresun havaalanının da yakın olması, ulaşımı kolaylaştırmaktadır. Gideceğimiz yer için gerekli ihtiyaçları temin edip çay molasından sonra virajlı yollardan ve dağı tırmanarak Anaç Köyü’nde İçözler apartmanına varıyoruz.
Anaç Köyü, dağlık, derin vadileri olan, gözün gördüğü hemen her tarafın irili ufaklı parseller şeklinde bölünmüş fındık bahçeleri ile kaplı bir yer. Evler, tek tek ve mahalle şeklinde dağınık halde bulunuyor. Köy merkezi daha toplu. Bakkal, kahvehane ve caminin olması köyü cazibe merkezi yapmış. Cami, Cuma namazı nedeniyle köyün haftalık buluşma yeri. Çocuk ve genç neredeyse yok denecek kadar az. Köyde yaşayanlar mevsimsel olarak gelen, çocuklukları burada geçmiş ancak emekli olmuş ve yaşları 50-60’dan yukarı, güngörmüş sıcak insanlardan oluşuyor. Bahçe işleri, genellikle mevsimlik ve dışardan gelen işçiler eliyle yürütülüyor. Nadiren yaz-kış burada yaşayanlar da varmış.
Kaldığımız evin balkonundan derin vadiyi ve fındık bahçelerini seyrediyor, dereden akan suyun şarıltısı eşliğinde muhteşem demlenmiş akşam çayımızı yudumluyoruz. Evlerde az yüksek sesle yapılan konuşmaların yankısı ile ilerleyen saatlerde çakalların birbirleriyle konuşma seslerini, adeta yanı başımızdaymış gibi duyuyoruz. Alışık olmadığımız çakalların sesine önce biraz ürksek te alışıyoruz ve yorulduğumuzdan derin uykuya dalıyoruz.
Anaç Köyü’nde oksijen bol. Bu nedenle sabah 05.30’da uykumu almış bir şekilde uyanıyorum. Hem spor, hem doğa, hem de çevre incelemesi için elime olası tehlikelere karşı güvence olması amacıyla da bir sopa alarak yola çıkıyorum. Tabiatın içindeki bu yürüyüş deneyimi, benim için farklı ve özel. Yürüyüş yolundaki muhteşem güzellikler eşliğinde, vadinin deniz ile buluştuğu noktada güneş yavaş yavaş kendini göstermeye başlıyor. Kıvrımlı yollardan güneşi daha iyi görecek konumu keşfederek yerimi alıyorum. Güneşin denizden doğarcasına değişik renklerle yükselirken ki manzarasını seyretmek, inanılmaz keyif veriyor. Doğa, bağrında barındırdığı güzellikleri tüm cömertliğiyle bana sunuyor. Ben de sizlerle paylaşmak üzere fotoğrafla kayıt altına almayı ihmal etmiyorum.
Yol güzergâhımda, gözümün görebildiği yeşilin tüm tonlarını seyrediyorum. Envai tür kuş ve böcek sesleri doğaya muhteşem bir ahenk katıyor. Dağ kekiği ve adını bilmediğim bitkilerin kokusunu alarak ilerliyor ve bu güzelliklerin keyfini çıkarıyorum. Keyfini çıkarmakla kalmıyor, yaşıyorum. Doğa, tatlı bir şekilde birbirleriyle ve benimle sohbet ediyor. Adeta bir senfoni orkestrası gibi ahenkli ve mest edici melodilerle. Kâh kuş cıvıltısı, kâh şarıl şarıl akan su sesleri. Bir yandan da bitkilerin hafif esen rüzgâr nedeniyle yaptıkları dans sonucu çıkan sürtünme hışırtıları ve deniz üzerinden doğarak yükselen güneşi seyrediyorum. Serotonin hormonu salgılaması ile doyumsuz bir haz alıyorum.
Sağlı sollu, dere-bayır, dağ-tepe her taraf fındık bahçesi. Olgunlaşıp toplanma vakti gelen fındıklar, yer yer kendiliğinden yere düşüyor. Bu zor coğrafyanın dik ve engebeli yamaçlarında yetişen fındıkların bakımı gibi toplanması da büyük meşakkat. Fındık bahçesinin otlarını temizlemek, ağaçları sallayıp olgunlaşan fındıkları yere düşürerek zor bulunan işçilerle toplamak, kuruması için boş yer bulup sermek, kuruduktan sonra toplayıp çuvallara koymak ve tüccara ya da devlete ait Fiskobirlik’e satmak, çok zahmetli. Belki de onu lezzetli yapan bunca zorluklarla harcanan emektir. Kim bilir?
Kendimden geçercesine yürümeye devam ediyorum. Güzergâhımda çoğunlukla betonarme evler olmakla birlikte yer yer “serenti/serander” denilen eski ama bakımsız evler görüyorum. Sonradan bu evlerin daha çok depo olarak kullanıldığı bilgisine ulaşıyorum. Bu saatte tabiat olabildiğince uyanık ve zinde iken insanlar ise derin uykuda! Uyanmış birilerini gördüğümde selam veriyorum. Herkes birbirini tanıyor ama “seni tanıyamadım” diyerek tanışma ve bu vesilesiyle sohbet etme istekleri beni memnun ediyor. Arayıp bulamadığım bir durum. Zira insanlarla tanışmak, yöre hakkında birinci ağızdan bilgi edinmek, kültürel ufkumu zenginleştiriyor.
Sohbeti tadında bırakarak devam ediyorum. Çevresindeki evlere göre daha özenle yapıldığı belli olan gösterişli bir evin bahçesinden muhtemelen akşamdan açık unutulan radyo, orta seste güzel türküler söylüyor. Tabiat ile birlikte bu müzikten faydalanıyoruz. Gerçi ruhum doğal melodilerle mest olmuş durumda ama müzik, ruhun gıdası olduğundan hoşuma gidiyor. İlerde yol daraldığından dönüşe geçiyor ve yürüyüşümü tamamlamaya karar veriyorum. Ancak, diğer günlerin şafağında tekrar ediyorum. Çünkü her gün farklı renkleri ve güzellikleri keşfettiğimden, farklı yemekleri bıkmadan yemek gibi doyumsuz lezzet alıyorum.
Anadolu, Cennet’ten bir parça ve tam bir mozaik. Bu hali, ülkemize zenginlik te katıyor. Bunu güzelleştiren, ayrıştırma yönü değil, bilakis birleştirme ve bütünleştirme tarafıdır. Siyasi görüş, etnik köken, mezhep gibi farklılıkları ayrımcılığa dönüştürmek, kanaatimce bu ülkeye yapılan en büyük kötülüklerden biridir. Bu durum; gereksiz, faydasız ve hatta insanlar arasındaki derin muhabbeti ve ilişkileri zedelemektedir. Zira insanlar kaliteli yaşamak için toplu yaşamaya devam etmek ve iletişimlerini de güçlü bir şekilde sürdürmek zorundadır. Ülkede yapılacak bunca iş ve görülmeye değer güzellikler var iken faydasız işlere vakit harcamak, israf değil midir?
Ülkemizin her tarafının kendine has renkleri, örfü, kültürü ve güzellikleri var. Kimi yerde kavurucu güneşin ürünlere verdiği lezzeti, kimi yerde denizden gelen mavinin güzellikleri, kimi yerde de yeşilin tonları ve nemin bereketi ile yetişen bitkiler, yaşamaya değer kılmaktadır. Eldekilerin kıymetini bilebilmek dileğiyle.
NOT: Vefat eden Türkiye Yazarlar Birliği onursal başkanımız D. Mehmet Doğan’a Allah’tan rahmet, sevenlerine baş sağlığı dilerim.
İsmail Akgün
Mobbing Eğitim Yardım Araştırma Derneği Genel Başkanı
YORUMLAR