Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
ALİ ONUR ŞAHİNOĞLU

Mavi Vatan, Osmanlı kadırgaları ve TCG Anadolu

Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki ilerleme, Osmanlıların Kızıldeniz ve Basra Körfezi’ne ilgisini artırdı. Aynı yıllarda bu bölgede aktif olan bir devlet daha vardı: Portekiz. Kale limanlardan oluşan zincirin sağladığı avantajı kullanarak az sayıda kuvvetle Afrika ve Asya kıyılarındaki hakimiyet alanını gittikçe genişletiyordu. 1530’lardan itibaren bölgedeki güç mücadelesi arttı. 1538’de 72 gemiden oluşan Osmanlı Donanması, Hindistan’ın batısındaki Diu’ya doğru sefere çıktı. Amaç buradaki Portekiz kalesini kuşatmak ve Osmanlı’dan yardım isteyen Gucerat Şahı’na yardım etmekti. Ancak Şah ölünce yerine gelen yeni hükümdar Osmanlı kuvvetlerine destek vermedi. Kuşatma kaldırıldı. Donanma geri döndü.

Bu tarihten itibaren çekişme, yeni limanların ele geçirilmesiyle arttı. Ancak bir sorun vardı. Osmanlı kadırgaları Hint Okyanusu’nun belirsiz sularına Portekiz kalyonları kadar uyum sağlayamıyordu. Avrupa’da silah dökmeciliğinde yaşanan gelişmeler, gemilerde taşınan top sayısının artmasına sebep olmuştu. Gemi yapısalı güçlenince kürekler devreden çıkmış ve rüzgar daha etkin kullanılmıştı. Toplar geminin yan tarafından ateşlenmeye başlanınca rakip gemilere kritik hasarlar vermek mümkün oluyordu. 1570 yılına gelindiğinde Osmanlı, Açe Sultanlığı’na destek göndermek yerine Kıbrıs’ı kuşattı. Tercih yapılmıştı. Sınırlar korunuyor ve bilindik sularda hakimiyet pekiştiriliyordu. İspanya ve Venedik gemilerinin de kalyon tipine dönmesiyle bu aşina olunan sularda da farklı bir mücadele başladı.

Sonraki yüzyıllarda, Sibirya’yı kısa sürede ele geçiren Çarlık Rusya’sı, yüzünü Akdeniz’e döndü. Deli Petro zamanında sıcak denizlere inmek devlet politikası haline gelince, Akdeniz’de çıkarı olan aktörlerin sayısı arttı. Sürekli kurulup bozulan ittifakların amacı en nihayetinde, Akdeniz’in kontrolüydü. Zira sadece donanma faaliyetleriyle bir savaşı kazanamıyordunuz. Ama denizde kurulan hegemonya, kıyılarda ve iç bölgelerde yürütülen politikayı şekillendirmek için iyi bir baskı aracıydı.

Yakın dönemde zengin hidrokarbon yataklarının keşfiyle birlikte bölgedeki güç mücadelesi farklı bir boyut kazandı. Türkiye’nin kıta sahanlığı konusundaki haklı talepleri, Mavi Vatan doktriniyle kavramsallaştı. Atılan adımlar, çıkarı olan diğer aktörleri eyleme geçmeye zorladı. Son olarak aynı adı taşıyan tatbikatla birlikte savunulan haklardan vazgeçilmeyeceğinin işareti verildi.

Peki elini daha da güçlendirmek için Türkiye’nin önünde ne gibi seçenekler var?

Denize dayalı ittifaklar: Envantere girecek her türlü teçhizat ve platformdan önce bu girişim geliyor. Silahlanmanın maliyeti ve süresi, uzun vadede Türkiye gibi bu konuya geç müdahil olan ülkelere dezavantaj getiriyor. Bunun yerine kısa vadede denge unsuru oluşturacak müttefik ülkelere ihtiyaç var. Bu süre zarfında ihtiyaç olan platformların üretimi ve operasyonel hale getirilmesi de mümkün olur.

Ege’deki komşumuz şu anda bu yolu izliyor. Yaşadığı ekonomik darboğaza rağmen silahlanmaya ciddi bir bütçe ayırdı. Şimdilik kısa vadede çıkarları kendisiyle çakışan ülkelerle ittifak kurarak denge kuruyor. Girit kritik. Buradaki üs birçok ülkenin askeri varlığına ev sahipliği yapıyor. En son Türkiye-Pakistan birlikteliğine karşılık vermek isteyen Hindistan bile buradaki birliğe ve dolaylı yoldan Akdeniz’deki güç mücadelesine donanmasıyla dahil olmak peşinde. Arap devletleri ise, bölgede güçlü bir aktör haline gelmeye başlayan Türkiye’yi baskılama aracı olarak çoktan bu birliğe katıldılar. Bu gelişmeler Akdeniz’in kontrolünün, küresel güç dengesini nasıl doğrudan etkilediğini de gösteriyor.

Ancak, çok farklı kültürel altyapı ve donanma gücüne sahip bu devletlerin Türkiye’ye karşı kurduğu ittifakın zayıf yönü de tam olarak bu. Mısır’ın Akdeniz hidrokarbon ihalesine çıkarken Türkiye’nin sınırlarını dikkate alması bu hassasiyeti gözler önüne seriyor. ABD başkanlık seçimlerinden sonra Arap devletlerinin konuya bakışı değişebilir. Çıkarlar oldukça girift. Kullanabilirse bu durum Türkiye için bir avantaj.

Yeni tip denizaltılar: Evet, denizaltı filoları çıkarlarını korumak isteyen Türkiye için biçilmiş kaftan. Daha önce 1. Dünya Savaşı öncesi küresel paylaşıma geç kalan Almanya, harp başlayınca denizlerde aynı yolu izlemişti. Denizaltılar bir denge unsuru olarak kullanılmış, bu gelenek, 2. Dünya Savaşı’nda da takip edilmiş. Churchill bile en çok Alman U-bot’larından çekindiğini itiraf etmişti.

İleride elde edilebilecek nükleer teknolojiyi bu denizaltılara entegre etmek de fayda sağlayacak yöntemlerden. Geçtiğimiz günlerde, NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in AB’yi koruyan ve AB üyesi olmayan üç ülke arasında saydığı İngiltere bile (diğer ikisi ABD ve Türkiye) nükleer gücünün büyük bir kısmını denizaltılarda taşıyor.

Türkiye donanmanın diğer unsurları gibi bu konuda da somut adımlar attı. Yeni tip denizaltılar önümüzdeki yıllardan itibaren hizmete alınıyor. Bunun sürekli bir politika haline getirilmesi gerekebilir.

Uçak gemisi ve LHD (Landing helicopter dock): Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin donanmaları göz önüne alındığında, kısa pistli olanlar da dahil olmak üzere, caydırıcı olmanın yolu uçak gemisine sahip olmaktan geçiyor.

Kurulan yeni ittifaklara bağlı olarak uzak bölgelerdeki müttefikleri desteklemek ve düşmanlarıyla denge unsuru oluşturmalarını sağlamak için kıta içlerine hava operasyonları düzenlemeye ihtiyaç var. Bunun yolu da yine bu platformlara sahip olmaktan geçiyor. İspanya ile bu konuda yapılan işbirliği kritik. Yunanistan’ın baskısına rağmen işbirliğinden vazgeçmemeleri de savunma ihracatının nasıl politik birlikteliklerin önüne geçebileceğini gösteriyor.

Uçak gemisine sahip olmanın diğer bir avantajı daha var: Prestij. Üretim maliyeti çok. Altından kalkabilen ve bu teknolojiye sahip olan ülkeler, büyük devlet algısı oluşturuyorlar.

*

Son dönemde gözlemlediğim bir konu var. Gittikçe kullanımı artıyor. Bazı kesimlerde Türkiye ile jeopolitik olarak çıkarları çelişen ülkelerin bazı konulardaki teknik yetkinlikleri abartılırken, Türkiye’ninki küçümseniyor. Bu noktada düşüncelerimi üç başlık altında toplayabilirim.

İlki, bazı konularda teknik olarak geride olduğunuzu da bilmenin de bir güç olduğudur. Ancak problemi tespit edebildiğinizde, onu çözme imkanına kavuşursunuz. Türkiye son dönemdeki hamleleriyle, bu konudaki farkındalığını gösteriyor.

İkincisi, politik veya askeri mücadelenin, yalnızca bazı konulardaki teknik yetkinlikle kazanılmayacağı gerçeği. Hedeflere ulaşmak, insan kaynağı da dahil olmak üzere diğer pek çok unsurun koordinasyonuyla mümkün.

Üçüncüsü, şartların değişebilirliği. Sadece elinizdeki gücün varlığı, sizi hedeflerinize ulaştırmaya yetmez. Kaynağı, uygun yer ve zamanda kullanmanız gerekir. Bahsettiğim bu şartlar, bulunduğumuz bölgede ve küresel rekabetin arttığı bu dönemde oldukça elastik.

Dikkatimi çekenler

TCG Anadolu: Gelecek sene kabul testleri başlıyor. Donanmanın amiral gemisi olacak. Çağın gereksinimlerine uygun olarak İHA gemisine çevrilecek.

2018 AG37: Güneş sistemindeki en uzak nesne. Bir Planetoid. Yani küçük gezegen. Bin senede Güneş etrafındaki dönüşünü tamamlıyor. O esnada yeryüzünde birçok olay cereyan ediyor. Milyonlarca insan doğuyor, geçici mutluluklar peşinde koşup ölüyor. Tarihsel dönüm noktaları yaşanıyor. Bizim için büyük zaman aralıkları bunlar. Bazen evrenin enginliğini düşünmek bile insanın dert edindiği şeylere bakışını değiştiriyor.

3D yazıcıda üretilen biftek: İsrail’de üç boyutlu yazıcıda biftek üretildi. Tam da gelişmiş ülkelere yapay et üretmenin telkin edildiği bir dönemde. Gelecek, en basit ihtiyaçların, bu örnekte beslenmenin, bir yaptırım aracı olarak kullanılabileceğini gösteriyor.

Herkese güzel bir hafta dilerim.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER