Muhterem okurlarım bu PKK itleri hakkında Allah aşkına hiçbir müsbet yorumu kabul etmeyiniz. Bu domuzların uşakları ülkemizi, devletimizi yıkmak, bizi ele güne muhtac etmek istiyorlar.
Yok efendim Kürtler çok horlanmış, bir meselede haklı da olsalar karakolda dayak yiyenler onlar olmuş falan da feşmekân da… Ardından “işte bu yüzden, PKK böyle böyle zuhur etti…” Geçiniz…
Muhterem okurlarım, malûmâlileri bendeniz öz be öz Diyarbekir çocuğuyum. Sülalemiz Arap, Türk ve biraz da Kürt karışımıdır.
Merhum babacığım (Allah gani rahmet eylesin, mekânı Cennet olsun) olsun, merhum validem olsun akraba taallukatı geniş insànlardı. Çevremizde Kürtler çoktu. Bir kez olsun horlandıklarına, büyük bir haksızlığa uğradıklarına şahid olmadık. Babacığım astsubaydı. Bir haksızlığa uğrayan olursa ona gelir, o da gider hallederdi. Kürtlerden çok insànı işe sokmuş, ekmek kapısı bulmuştu.
Bu ülkede Kürtler 1980’lerden sonra haksızlığa uğramaya başladı. O da PKK kurulup İsrail terör devleti hizmetine girdikten sonradır. Devletimizin PKK içinde en üst mevkilerde ajanları oldu. Gelen haberler hep ABD ve İsrail’in bu PKK terör şebekesi ile irtibatta olduğu üzerineydi.
PKK devlete hainlik ettikçe emniyet güçleri bileniyor, zaman zaman mâsum bir Kürt kardeşimize de eziyet edebiliyorlardı. Aslında buna PKK zemin hazırlıyor, devlete saldırıyorlar, sonra devlet üzerlerine gidince bu tür hadiseler oluyor, bu it sürüsü de bu suretle Kürtlerden terör için eleman devşiriyor, halk desteği almaya çalışıyordu.
Size başımdan geçen bu hadiseyi anlatmıştım. Yeri geldi bir kez daha hatırlatayım. 1987 Genel Seçimlerinde Diyarbakır’a milletvekili adayı olarak gitmiş, kıt imkânlarımla ili ve ilçelerini dolaşıyordum.
Lice PKK’nın karargahı idi. Oraya gitmememi salık verdi çevrem. Bendeniz o zamanlar genç (33 yaşında) ve çok heyecanlıyım tabiî. İnadına gittim.
İlçeye girmek üzere idik ki akrabam olmasa da akraba kadar yakınım olan Veysi, aracı durdurdu ve “ağabey, evde çoluk çocuk benden ekmek bekliyor, anam babam bensiz yapamazlar, diğer kardeşlerim henüz ekmek tutamadılar, ben burada beklerim seni. Sen buradan ötesine yaya git” dedi.
En yakında bir kahvehane görünüyordu zaten. Yüz metre falan kalmıştı. “Pekâlâ” dedim ve elime dökümanlarımı alarak yürüdüm. Kahvenin giriş kapısı önünde çapraz fişeklik takmış bir militan bekliyordu. Muhtemelen bizi görüp dışarı çıkmıştı. Parmağı da kaleşinkof tüfeğirin tetiğindeydi.
“Selâmün aleyküm” dedim. “Ve aleyküm selâm” diyerek karşılık verdi. “buraya feşmekân partinin milletvekili adayı olarak geldim” dedim. “Tamam buyur da neden arabayı orada bıraktın?” dedi biraz sert bir ses tonuyla. Aynı ses tonuyla cevap verdim:
“Neden olacak, şoförüm ‘ağabey seni öldürürler, ben gelmeyim’ dedi…” Bu sert cevabım onu etkilemişti: “Ma biz neye öldürelim sizi, misafir öldürülür heç?” dedi. Hemen kahvedeki bir gence seslendi, “gidin getirin arabanın şoförünü korkmasın gelsin” dedi.
Ben içeri girdim içeridekilere selâm verdim. O sırada şoförüm Veysi de gelmiş oldu. Kahvedekiler tek kelime Türkçe bilmiyorlardır diye düşündüm ve onlara “Çaveyi başe?” (Nasılsınız) dedim Kürtçe. Bir sürü karşılık verildi bu lafıma.
Veysi’ye döndüm, şaşkın bakışımdan bir şey anlamadığımı anladı ve bana tercüme etti söylenenleri. İçeridekiler gülüştüler. “Veysi…” dedim, “şimdi ben konuşayım, tane tane konuşacağım, sen tercüme et Kürtçeye” dedim.
Ve anlatmaya başladım. Dedim ki, “kardeşlerim ben Müslümanım” Biraz bekleyecek, bunu tesirini ölçecektim ki, tercümeye hacet bırakmayacak şekilde neredeyse topluca “Ma elhamdülillah biz de Müslümanız” meâlinde bir ses yükseldi.
İstediğim hasıl olmuştu. Devam ettim: “Biliyorum sizler de Müslümansınız ama bunu bir kez daha söyledim ki, aramızda bir yanlış anlaşılma olursa, bana olur ki bir sözümden dolayı gücenirseniz, din kardeşliği hatırına beni bağışlayın…” Veysi bu uzun cümlemi hakkıyla tercüme etmek için biraz düşündü ve maşallah (hissediyordum) çok da güzel tercüme etti Kürtçe’ye.
Kahvedekilerin tamamı Arapça “estağfurullah” diyor gerisini de zaten anlaşılır kelimelerle tamamlıyorlardı. “estağfurullah” sonra “ağam, beyim, babam, kardaşım” ya da bunların Kürtçesi de olsa, anlaşılıyordu.
Gayemin partiyi anlatmak olmadığını, Diyarbakır’lı derin kökleri olan bir âilem olduğunu ve biraz nükte ile yarı Kürt olduğumu söyledim. Kâh güldüler kâh bazı anlattığım hadiselerde hüzünlenip surat astılar ama söylediklerim kalplerine işliyordu. O kapıdaki militan da bir iskemle çekmiş kuzu kuzu beni dinliyordu. Konuşmamı bitirdim, çaylarını içtim, dertlerini dinleyip notlar aldım vedalaşmaya geldi sıra.
Yine “selâmün aleyküm” dedim kapıya yöneldim. Yaşlı bir amca o militanın kulağına bir şeyler söylüyordu, gözümden kaçmadı. Militan ardımsıra seğirtti ve bana ulaştığında aynen şöyle dedi:
“Ağabey Allah yolunu açık etsin. Vallahi biz senin parti için yàni senin için 50 (elli) oy ayıracağız…” Tebessüm ederek (pek de inanmadan) teşekkür ettim gence ve arabaya binip oradan ayrıldık.
Seçim sonuçları açıklandığında bir de ne göreyim. Benim parti Türkiye genelinde yüzde 1 oy alamamış ama ben tek başıma Diyarbakırdan %1,3 oy almıştım. Lice’ye hasseten baktım. Bana tam 49 oy görünüyordu. Mutlaka o eksik tek oy da yanlışlıkla (geçersiz) sayılacak şekilde mühür basıldığındandı.
Muhterem okurlarım bu hikâye değil, yaşanmış bir hadisedir. Lice’den çıkışta da bir Renault marka otomobil önümüzü kesti. Heyecanlandık içinden silahlı sivil insanlar çıkmıştı çünkü.
Arabadan hemen indim “Veysi’ye bir şey yapmayın ne yapacaksanız bana yapın” diyecektim ki, adamlardan biri polis hüviyetini gösterdi ve “biz özel harekât polisleriyiz, sizi tanıyalım” dedi.
Ben de emekli subay hüviyetimi gösterdim. Adam saygıyla teşekkür etti ve “ağabey burada ne yapıyorsunuz, sizi takip ettik, Lice gibi bir yerde marşlar çalarak gezdiniz” dedi şaşkınlığını izhar etti. Milletvekili adayı olduğumu söyledim. Adam daha bir şaşırdı, “fakat böyle iki kişiyle PKK ini bir yerde nasıl olur da mehter gibi şeyler çalarak gezebildiniz ve sağ çıktınız?” deyince kısaca olan biteni anlattım ve baktım hepsinin gözü yaşlanmış.
O sert mizaçlı polislerimizi ağlatmıştım. Onlar da o militan gibi “ağabey Allah senden razı olsun, senin gibi mübarek insànların kerametidir bu” dediler. “Estağfurullah ne kerameti, ben günahkâr biriyim, Allah kendisi için çalışanları yolda bırakmaz olay budur.” Ve Hz. İbrahim kıssasını kısaca anlattım sonra “biz İbrahim olursak bütün ateşler de bi iznillah gül bahçesi olacaktır” dedim, sarıldık ayrıldık. Salimen Diyarbekir’imize geldik.
Muhterem okurlarım, bugün bu PKK artık necip milletimizden (Türk olsun, Kürt olsun hepimizden) kopmuş tam bir domuzlar sürüsü haline gelmiştir. Öyle olmasalar halkın “nân-a aziz” dediği ekmeğin buğdaylarını yakarlar mıydı?
Bu hem halka, hem Hâlık’a nân-körlük değil midir? Evet nân-a aziz de nânkör de ekmekle alâkalıdır. Nân-kör, ekmek yediği kapıya ihanet eden, merhamete marazla karşılık veren tipler için söylenilen bir tâbir iken, “nân-ı aziz” bizzatihi ekmeğin yüce, aziz bir nimet olduğunu belirtir.
PKK buğday tarlalarını yakmış. Sizce zerre miskal iman taşıyan birileri bunu yapar mı? Bunlar artık tamamen siyonist uşağı domuzlardır, Allah’ın ve lâ’net etmek şanından olan tüm mahlûkatın lâ’neti üzerlerine olsun. 04.06.2022
YORUMLAR