İnsanlar kitleler halinde yaşamaya başladığı günden bu yana, hep bir yarış, bir doyumsuzluk ve bir o kadar anlamsız istekler içinde olmuşlardır. Yetinmeme ve daha fazlasını elde etme hevesi yaşayan insanoğlu, herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünde sulh yolunu değil savaşma yoluna gitmişlerdir. Hal böyle olunca her gün yağmur tanelerinde çok göz yaşı ve kan dökülmekte yer küreye. Savaş; kelimelerin, cümlelerin, tariflerin yetersiz kaldığı ve ağza alınca dili, kaleme alınca kâğıdı kalemi yakandır. Savaşın dili öyle bir dildir ki; şiddet, dehşet, vahşet, kıyım, tecavüz, taciz, işkence, ölüm, ölü, yaralı, kan, göç, göçmen, mülteci, sınır, mayın, bomba… vs. birçok acı veren eylemi içinde barındırmaktadır. Onun için savaş hep acı bir dil barındırır bünyesinde. Yalnızca kullanılan dil değil, savaş söz konusu olunca tüm duyu organları, beden, ruh devreye girer. Son yüzyılın en büyük savaşları maalesef ya coğrafyamızda ya da yakın coğrafyamızda oldu ve olmaya devam etmektedir. Yanı başımızda olan bu savaşlarda en büyük acıyı İslam Coğrafyası yaşadı, yaşamaya devam etmektedir. Öyle bir acı ki ölen ve öldürenin Müslüman olduğu ama ölüm fermanını imzalayanların ise Müslüman düşmanı olduğu bir savaştan bahsediyorum. Dünyanın hiçbir coğrafyasında doğum ve ölüm bu kadar iç içe olmamıştır… Yüreğimizi delik deşik eden türden bir uğurlama olan ölüme karşılık; her doğum, sevinçtir, gülen yüzdür, bahardır, varoluştur. Lakin bu coğrafyada doğumların çoğu varoluş sevincine kavuşmadan çok kısa bir süre sonra ölümle son bulmaktadır. Ha birde bu ölümler öyle kolay olmuyor…Parçalanmış, hırpalanmış, fiziksel bütünlüğü bozulmuş bir bedenin yok oluşu yani ölümünden bahsetmekteyim. Sonu acı, hüsran, gözyaşı ve tahammül edilmez, dayanılmaz bir ölümdür bizim ölümlerimiz. Her şeyin bir anda tüketildiği savaşta ölü bedenlere duyulan hassasiyet ve saygı da maalesef kalmamıştır. İnsan kanına susamış can almaya alışmış kirli eller ve gözler için ölümün kutsallığından bahsetmek mümkün değildir. Yaşama hakkına saygı duymayanlar ve mazlumların nefes almasını çok görenler ölü bedene de saygı göstermemekteler. Hemen hemen her dinde ve kültürde ölü ve ölümün kutsal olduğu bir dünyada, nice zamandır coğrafyamızda ölüm haberini camideki saladan değil felaket tellalı yayın organlarından duymakta toplum. Eski çağlarda bile savaşta ölenlere olan saygıdan dolayı birçok toplum mağara duvarlarına resimler yaparak ölümü tasvir ederken; günümüzde ise ölümün tasvir edilişi bir haber spikerinin iki dudağı arasında çıkan bir cümle ile ölümün mahremiyeti hiçe sayılarak nihayete kavuşmaktadır. Savaş ve ölüm günümüzde büyük ölçüde sıradanlaşmıştır. Savaşın gündelik, sıradan bir olgu haline gelişi özellikle uluslararası aktörlerin beklentileri ve iktidarların sınır tanımayan istek ve arzuları ile doğru orantılıdır. Savaşın kanlı yüzü olduğu kadar korkunç bir yüzü de vardır. Çünkü savaş sadece öldürmez; parçalar, böler, yakıp kavurur, yıkıp ve yok eder. Her gün göz önünde yaşanan acılara; bombaların, uçakların, tankların, silahların çıkardığı tarifsiz çığlığa, askerlerin, kadınların, erkeklerin ve çocukların çığlığı birbirine karışmaktadır. Ancak en acı çığlık kadınların ve çocuklarınkidir. Bu çığlıklar yer göğü inletse de savaşlara sebep olanlara tesir etmemektedir. Gönül isterdi ki atılan bu çığlık savaş meydanlarında değil, bir annenin çocuğunu sarıp sarmaladığı güzel bir bahar havasında sevinç narası niteliğinde, çocukların atacağı çığlık ise parklarda, sokaklarda, bahçelerde, oyun alanlarında atılacak sevinç çığlığı şeklinde olmasıdır. Yine dileğimiz o ki; elleri resim yaparken boyanması gereken çocukların ellerinin kana bulanmadığı bir dünya olsun. Savaşın değil ‘BARIŞ’ın hüküm sürdüğü bir dünya…
Dr. İmbat MUĞLU
YORUMLAR