1200’lerde Harezm Şahı Moğol elçisinin kellesini Cengiz Han’a geri gönderince kanlı bir savaş başladı. Her bakımdan üstün olan Harezm İmparatorluğu, Moğolların hızlı birliklerinin uyguladığı yıpratma harekatı karşısında ağır kayıplar verdi. Buna rağmen toparlanmak için umutların yeşerdiği bir anda, Cengiz Han Buhara kapılarında birden ortaya çıkıverdi. Bu manevranın şokuyla şehir düştü. Domino etkisiyle doğudaki Semerkand da kısa süre sonra alındı. İmparatorluk ordusu dağıldı, Şah kaçtı.
İyi de geçilemez denilen Kızıl Kum Çölü’nü Moğol süvarileri nasıl geçip de Buhara’ya varmışlardı? Oldukça gizem kokan bu harekatın arka planında basit bir hikaye yatıyordu: Çöldeki vaha zincirini bilen bir adam yakalanmıştı. Bu sayede süvariler zor şartlar altında kaybolmadan ve lojistik sıkıntısı çekmeden çölü geçebilmişlerdi.
O zamandan bu zamana gelişen teknolojiye rağmen, askeri manevralarda konumlamanın, lojistiğin, hava şartlarını bilmenin önemi hiç azalmadı.
Sene 1991. Körfez Savaşı. Bu kez 200.000 kişilik Koalisyon Kuvvetleri çölü geçerek sayıca üstün Irak kuvvetlerine kanattan taarruza geçti. Bu kez şoka uğrayan, çölün asla geçilemeyeceğinden emin olan Iraklılar oldu. Savaşı kaybettiler. Bu kez vaha zincirini fısıldayan adamın yerini, GPS (Küresel Mevkilendirme Sistemi) almıştı. Birleşmiş milletler ordusu asgari kayıpla, yolunu kaybetmeden hedefe ulaşmıştı.
Daha önceki yıllarda ABD tarafından kullanılan görece basit sistem (radyofar ağları) sivil ve askeri kullanım amaçları gözetilerek GPS’e evrilmişti. 6 yörüngeye yerleştirilen 24 seyir uydusu (1993) yerdeki alıcılar için referans noktası teşkil ediyordu. Sistem alıcı ve verici arasındaki radyo sinyallerinin hızları ölçülerek çalışıyordu. Sistemin, navigasyon, mühimmat yönlendirme, arama kurtarma başta olmak üzere geniş bir askeri kullanım alanı vardı. Daha sonra Soğuk Savaş’ın da etkisiyle, kendi küresel konumlama sistemine sahip olan ülkeler kervanına SSCB (Glonass,) AB (Galileo), Çin (BeiDou), Japonya (QZSS) ve Hindistan (IRNSS-Navic) katıldı.
Zira ABD, GPS için ‘seçmeli kullanılabilirlik’ denen bir uygulama geliştirmişti. Buna göre savaş gibi acil durum gerektiren dönemlerde ABD, hasımlarını GPS kullanımından mahrum edebiliyordu. Clinton döneminde bu uygulamadan vazgeçildi. Ancak GPS üzerinde ABD ordusunun hala etkisi mevcut. Dolayısıyla, kutuplaşmanın gittikçe arttığı, dost ve düşman ayrımının belirsizleştiği bu dönemde, karanlıkta kalmanın askeri harekatlar için ne kadar tehlikeli olduğu şüphe götürmez.
Hafta içi açıklanan Milli Uzay Programı bu yüzden önemli. Kendi bölgesel konumlama sistemimizi elde etmek maddesi maalesef astronot mu, kozmonot mu gibi popüler başlıkların gölgesinde kaldı.
Türkiye’nin böyle bir hamleden kazancı ne olur?
-Milli çıkarlarımıza uygun dış politika izlerken elimizi güçlendirir. Zira Suriye’nin kuzeyinde gerçekleştirdiğimiz operasyonların ABD ve Fransa başta olmak üzere o bölgede çıkarları olan ülkeleri ne kadar rahatsız ettiği aşikar.
-Yerli savunma sanayi tarafında üretilen füzelerin yönlendirilme sistemleri geliştirilir ve isabet oranları artar.
-Doğu Akdeniz ve Ege’de gittikçe daha fazla önem kazanan donanmanın etki sahası genişler.
-En gerçekleştirilen operasyonlarda gördüğümüz üzere zorlu arazi şartlarına arama-kurtarma çalışmalarında kesinlik artar.
-Hem Azerbaycan ve Pakistan ile kurulan ittifak hem de Orta Asya Türk devletleri ve Ukrayna gibi ülkelerle yapılan anlaşmalar gereği, ileride ihtiyaç duyulabilecek coğrafyalarda da askeri etkinlik arttırılabilir.
Her halükarda, kendimize ait bir konumlama sisteminin varlığı, dışa bağımlılığı azaltacağı için ulusal çıkarlarımızın korunması noktasında zaruri bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkıyor.
*
Bizim isimsiz filozofa rastladım. Multitasking (aynı anda birden fazla iş yapmak, çoklu görev) hakkında düşüncelerini sordum. Malum biraz popüler bu aralar.
Düşünmeden, “Pranga,” diyerek devam etti: “Rastgele doğayla ilgili bir belgesel aç. Vahşi hayvanlar bir yandan önlerindeki hayvanı parçalarken, diğer yandan yavrularını gözetiyor. Bunları yaparken, etraflarında dolaşan diğer yırtıcıları kolluyorlar. Bizim anlayamadığımız bir varoluş içinde sürekli uyarılara maruzlar.”
“Sonuç?”
“Sabırsızlanma. Şimdi de modern insanı getir gözünün önüne. Konular ve roller değişse de belgeseldeki o hayvanla benzer birçok yön bulman olası. Kafamız başlıklarla, tamamlanmayı bekleyen görevlerle dolu. Açılanlar, kapananlar. Peki sorarım sana: İnsan ilerledikçe, neden hayvanlarla ortak bir varoluşa yaklaşıyor? Bu noktadan kurtulmamız, özgürleşmemiz gerekmiyor mu?”
Düşündüm biraz. “Evet, ama her çağda gereksinimler farklılaşıyor. Buna uygun olarak yaşam stillerimizi de adapte ediyoruz.”
“Senin adapte olmak dediğine ben yarım kalan çabalar diyorum. Toplumu saran bir hastalık. Çağın kişiden talepleri sürekli güncellenir. Doğal olarak birey de hep bir tamamlanmamışlık içinde olur. O halde mutlak bir adaptasyondan bahsedebilir miyiz?”
Hava gibi sohbet de güzeldi ama tamamlanması gerekenler vardı. İzin isteyip kalktım.
Dikkatimi çekenler
Cosmos 2089: 1990’da Saddam Hüseyin’in Kuveyt’e saldırması, görünürde bütün dünyada şaşkınlığa sebep olmuş; tek bir ülke hariç: SSCB. Çünkü Sovyetler, İran körfezini izleyebilmek için kısa süre önce Cosmos 2089 uydusunu uygun yörüngeye yerleştirmişler. Bu sayede askeri hareketliliği gözlemleme şansları olmuş.
Altın dil: Bazı Mısır mumyalarının ağızlarında altın diller bulunuyormuş. Sebebiyse sonraki hayatta ölünün yiyip içebilmesini, konuşabilmesini ve nefes almasını sağlamak. Altın gibi değerli bir madenin kullanılmasının sebebiyse, altının sonsuzluk özelliklerine sahip olduğunun düşünülmesiymiş.
Çin Halk Cumhuriyeti Bayrağı: Fazla duyulmadı ama Çin, Aralık ayında Ay’a bayrak diken ikinci ülke oldu. Neden aklıma Coğrafi Keşifler ve Amerika kıtasının keşfedildiği dönemler geliyor. Bilinmeyen dünyalar, kaşifler, bilinmezin kalbine gitmek için tasarlanmış gemiler.
Herkese güzel bir hafta dilerim.
YORUMLAR