Çok Uluslu Tuzak: PKK, FETÖ ve Türkiye’nin Stratejik Mücadelesi

Ağu 29, 2025 - 18:11
Çok Uluslu Tuzak: PKK, FETÖ ve Türkiye’nin Stratejik Mücadelesi

Türkiye’nin yakın siyasi tarihine baktığımızda, karşımıza sadece içerideki iktidar mücadeleleri çıkmaz. Aynı zamanda, bu topraklarda birbiriyle bağlantılı çok uluslu operasyonların izlerini de görürüz. Bu operasyonların en çarpıcı örneği, 40 yılı aşkın süredir ülkenin enerjisini tüketen PKK terörüdür. Abdullah Öcalan’ın 1999’da yakalanıp İmralı’ya getirilmesi ve sorgusunda dile getirdiği ifadeler, aslında bu mücadelenin sadece dağda birkaç militanla değil, dünya siyasetiyle nasıl iç içe olduğunu gözler önüne sermektedir.

Öcalan’ın kendi cümleleriyle açıkladığı tabloda Yunanistan’dan Suriye’ye, İran’dan Romanya’ya, Almanya’dan İngiltere’ye, Fransa’dan Amerika’ya kadar birçok ülkenin örgüte sağladığı açık ve örtülü destek, “neden bu örgüt yıllarca bitirilemedi?” sorusunun cevabıdır. Dikkat çekici olan nokta ise, Libya dışında neredeyse hiçbir devletin PKK’ya kapılarını kapatmamasıdır. Kaddafi’nin “soğuk” tavrı, Türkiye için istisna olmuş, diğer ülkeler ise terörü Türkiye’ye karşı bir baskı unsuru olarak görmüştür.

Bu fotoğraf aslında şunu gösteriyordu: PKK bir Kürt hareketi değil, bir uluslararası aparattır. Terör üzerinden Türkiye’nin diz çökertilmesi için kullanılan bir kaldıraçtır. İşte bu noktada 2002 sonrası Türkiye’nin nasıl bir yol izlediğine bakmak, bize önemli dersler veriyor.

1990’lı yıllarda Suriye, PKK’ya ev sahipliği yapmış, örgüt liderine kucak açmış, kampların kurulmasına izin vermişti. 1998’de imzalanan Adana Mutabakatı’yla Suriye geri adım atsa da hafızalarda “terörü himaye eden ülke” olarak kaldı.

2002’de iktidara gelen AK Parti, komşularla yeni bir sayfa açma politikasını benimsedi. Erdoğan ve Esad arasındaki yakınlaşma, aslında stratejik bir hamleydi. Amaç, Türkiye’nin güney sınırını güvence altına almak, Suriye’yi PKK’dan uzaklaştırmak ve bölgesel iş birliğini geliştirmekti. Bir dönem öyle bir noktaya gelindi ki, iki lider ailecek tatillere çıkıyor, vizeler kaldırılıyor, ticaret ortaklıkları artıyordu.

Ancak Arap Bahar’ının başlamasıyla Suriye yönetimi halkına karşı kanlı bir savaş açtı. Erdoğan bu noktada “stratejik kardeşliği” bir kenara bırakarak, bölgesel barışın yanında durmayı tercih etti. Esad ile köprüler atıldı. Bu, Batı’nın hoşuna gitmedi, bölgedeki dengeler altüst oldu. Fakat Türkiye’nin aldığı karar, kısa vadeli dostluklardan çok uzun vadeli güvenlik stratejisine dayanıyordu. Çünkü Türkiye’nin çıkarı, halkına kurşun sıkan, terörle iş tutan bir rejimin yanında yer almak değil; bölgesinde onurlu bir barışın inşasında liderlik yapmaktı.

Dışarıda PKK ile uğraşırken içeride bambaşka bir bela büyüyordu: FETÖ.

Bu yapı, yıllarca “hizmet hareketi” adı altında topluma dini bir cemaat gibi sunuldu. İnsanların en saf duyguları, çocuklarının eğitim umudu, dini hassasiyetleri istismar edildi. Oysa perde arkasında örgüt, tıpkı PKK gibi çok uluslu bir projenin taşeronluğunu yapıyordu.

AK Parti’nin ilk yıllarında Erdoğan’ın bu yapıyla aynı karede bulunmasının sebebi, örgütün gerçek yüzünün henüz tam bilinmemesi ve bürokrasideki vesayet odaklarına karşı taktiksel bir denge ihtiyacıdır. O dönem FETÖ, kendini “demokrasiye, AB reformlarına, özgürlüklere destekçi” bir hareket gibi lanse etmişti. Erdoğan, bu görüntünün arkasındaki karanlığı zamanla keşfetti.

2010 referandumu sonrası yargıyı ele geçirme girişimleri, 2012’de MİT krizi ve ardından gelen 17/25 Aralık kumpaslarıyla maskeler düştü. Erdoğan artık bu yapının bir dini cemaat değil, devletin sinir uçlarına sızmış çok uluslu bir ihanet şebekesi olduğunu net biçimde gördü.

Ve nihayet 15 Temmuz 2016 gecesi, bu yapının en kanlı yüzü ortaya çıktı. Tanklarla, uçaklarla, helikopterlerle milletin üzerine kurşun sıkan bir ihanet şebekesi… O gece Erdoğan’ın çağrısıyla sokaklara çıkan millet, sadece bir darbe girişimini değil, aynı zamanda içimizdeki çok uluslu işgal girişimini püskürttü.

Bugün geriye baktığımızda Erdoğan’ın attığı adımları bir zincirin halkaları gibi görmek mümkündür.

PKK’ya karşı millî savunma devrimi: İHA ve SİHA’larla dağlarda, sınır ötesinde örgütü bitiren operasyonlar, Türkiye’yi terörle mücadelede bambaşka bir seviyeye taşıdı.

FETÖ’ye karşı siyasi ve toplumsal mobilizasyon: 17/25 Aralık’ta yargı darbesini bozan, 15 Temmuz’da sokaklarda hainlere meydan okuyan irade, Erdoğan’ın liderliğiyle birleşti.

Dış politikada bağımsız denge: ABD, Avrupa ve Rusya arasında inişli çıkışlı ilişkiler yaşansa da Türkiye hiçbir zaman tek bir eksene bağlanmadı. Bu bağımsız duruş, Batı’nın terör üzerinden Türkiye’ye kurmaya çalıştığı baskıyı boşa çıkardı.

PKK dışarıdan, FETÖ içeriden Türkiye’yi kuşatmaya çalışan iki urdu. 2002’den itibaren Erdoğan bu ur’ları önce tanıdı, sonra teşhis etti, en sonunda milletle beraber tedavi etti. Bugün artık ne PKK ne de FETÖ Türkiye’nin gündemini esir alabilmektedir.

Evet, tehditler hâlâ sürüyor, pusuda bekleyen güçler var. Ancak en büyük fark şudur: Türkiye artık bağışıklık kazanmıştır. Millet, lideriyle birlikte bu ihanet odaklarının nasıl çalıştığını öğrenmiş, geleceğini başkasına teslim etmemeyi tecrübe etmiştir.

Abdullah Öcalan’ın sorgusunda verdiği ifadelerden, FETÖ’nün ihanetiyle yaşadığımız acı tecrübeye kadar bütün süreçler bize tek bir gerçeği gösteriyor: Türkiye üzerinde hesap yapan güçler, içeride ve dışarıda her zaman aparatlar bulmaya çalışmıştır. PKK ve FETÖ bu aparatların sadece iki örneğidir.

Ama Türkiye’nin de bir gerçeği var: Ne kadar çok uluslu tuzak kurulursa kurulsun, bu milletin iradesi ve Erdoğan’ın stratejik liderliğiyle bu oyunlar birer birer bozulmaktadır.