İnsanı yaşlandıran, ciltlerinin buruşmasına neden olan yıllar değil; ideallerin bitmesidir. O halde insanın bir amacı olmalıdır. Bir başka ifade ile insan amaçsız yaratılmamıştır.
Hayat bir talepler zinciridir. Düşünsenize amaçsız, bilinçsiz, başıboş, belki de kendine ve başkasına zarar verilen bir hayat.
Amaçsız, hedefsiz bir hayat; adeta meyvesiz bir ağaç, susuz bir çöl gibidir. Hiç değilse ben kimim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum, hayatımın anlamı ve amacı nedir? gibi soruların farkında olabilmelidir insan. Yani insanın varlığının, insan olmanın yüceliğinin farkında olabilmesi...
Bir noktada insana yakışan bilinçli bir şekilde akıl ve kalp birlikteliği ile iyinin, doğrunun, güzelin, sevginin, vicdanın ve değerlerin el ele verdiği huzurlu bir yaşama sahip olabilmek; insan olabilmek.
Asıl mesele de bu! Her şey insan için…
Yaradan dahi insanları, yaratılanların en yücesi olarak nitelendirmemiş mi?
Her şeyi, varlıkları insanın emrine sunmamış mı? Yani canlı, cansız her şey insana hizmet için..
Yaradan’ın insana ilk nidası, hatta emri de cehalete gem vuran, hayatı öğreten eğitim, okumak ile alakalı değil mi?
O halde asıl mesele insanın kendisini ve insanları tanıması, insanı sevmesi, insanlığın huzuru adına hizmet sunabilmesidir.
Bir noktada iyiyi, doğruyu, güzeli, estetiği ve vazgeçilmez değerlerde insanlığa hizmet etmek ve bu hizmetten de zevk alarak hayat tarzı haline getirebilmektir. Hatta öyle ki bebekler gibi hayatın zorluklarına rağmen yürümeye inat misali insanlara hizmeti adeta bir ibadet telakki edip bu hizmetten zevk alabilmek...
Hem öyle ki insanlığın sorunlarına önem verebilmek, öyle ki karşıda alevleri göklere yükselen yangın içerisindeki evladı kurtarmaya koşarken ayağa gelen taşlara ayağın burkulmasına aldırmamak, itibar etmemek. Sebepsiz bir şekilde bir insana zarar vermeyi dünyaya zarar vermek kadar umursamak…
Bir insana hizmeti de bin insana hizmet kadar kutsal sayabilmek. Biri bin görebilmemek...
Hayatın her mecrasında “Fırat kenarında kurt kapsa kuzuyu adli ilahi Ömer’den sorar bunu,” hayat kuralına duyarlı olabilmek. Yani bir Ömer gibi olabilmek...
Toplumsal hastalıklardan olan ben tek olayım başkasından bana ne, en iyisi ve güzeli benimkisi olsun başkasından bana ne gibi bencil bir anlayışın karşısında olabilmek…
Kan bağı aranmadan bir ağabey, baba, anne, kardeş gibi davranabilmek. Kendimize yapılmasını istemediğimiz bir şeyi başkalarına yapmamak. Yani büyük bir tarlada ayrık otları ve zararlı varlıklara karşı direnebilmek ve de çoğalabilmek. Türünün son örneği de deseler bataklıklardan uzak kalabilmek, sineklerin hücumuna maruz kalmamak...
Ne olursa olsun bütün olumsuzluklara karşı ümitsizliğe asla kapılmadan “Azimli, Güvenilir, Samimi ve İlkeli” olabilmek. Çünkü sayıların çokluğu kadar, kalite de önemlidir. Hatta sayıların çokluğundan kalite daha önemlidir...
Özellikli olabilmek, kendine has güzelliklere sahip olabilmek. Yani vizyon ve misyon sahibi olabilmek. İnsan hayatında kaç kişiye güvenebilir ki… Ya samimiyet! Her insanda olması gereken, belki de insanlık için en büyük eksiğimiz. Samimiyet bir anlamda sonsuz bir hazinenin kaynağına sahip olmaktır. Samimiyet hangi kapıyı açmaz ki. Üstelik hep insana yakışan ilkelerle…