Algıyla Yönetilmek...
Bir toplumda bireyler, "yurttaş" olmanın gerektirdiği sorgulama sorumluluğunu bırakıp kendilerini hâlâ eski dönemin "padişah tebaası" gibi görmeye başlarlarsa, orada bilinçten söz etmek imkânsızlaşır.
Eğer yöneticilere ki bu sadece devlet kademesi değil, bir parti veya sendika da olabilir sürekli övgüler düzülüyor ve "Liderin mutlaka bizim anlayamadığımız bir bildiği vardır" diyerek irade teslim ediliyorsa, o toplum henüz demokratik olgunluğa erişememiştir.
Aklını yönetenlere koşulsuz teslim edenler, hangi örgütlenmenin içinde olurlarsa olsunlar, en fazla "edilgen bir tebaa" olabilirler. Zaten yöneticilerin "cahil insanın ferasetine güveniyoruz" türünden söylemleri de boşuna değildir; çünkü bilinç sorgulamayı, cahillik ise biati besler.
Bu durum…
Toplumun medya aracılığıyla istenilen yöne sevk edilmesini ve gerçeklerden kopuk bir algı dünyasında yaşatılmasını kolaylaştırır. Algı yönetimi, halkın sadece bugününü çalmakla kalmaz; gelecekteki felaketleri bile kitlelere birer "zafer hikâyesi" gibi sunma sanatına dönüşür.
Tarihsel sürece baktığımızda bu algı yönetiminin çarpıcı örneklerini görürüz.
Birinci Dünya Savaşı’nda payitaht işgal altındayken bile halkın bir kesimi "savaşı kazanıyoruz" algısıyla teskin edilebilmişti.
Bugün de tarım, hayvancılık ve sanayideki çöküşe, ağır dış borç yüküne rağmen "Dünya bizi kıskanıyor" söylemi bir karşılık bulabiliyorsa, burada çok güçlü bir algı operasyonu var demektir.
Ancak bu illüzyon, yaşanan somut olaylarla darmadağın olmaktadır. "Güçlü devlet" ve "geçilmez sınır" algısı, her gün yeni bir zafiyetle sarsılıyor. Bir devlet düşünün ki; sınırları sadece sığınmacılar için değil, yabancı aktörler için de adeta bir "yolgeçen hanı"na dönüşmüş.
Örneğin; geçtiğimiz günlerde Barzani, uzun namlulu silahlı korumalarıyla karadan girerek Türkiye’de boy gösterip arzı endam etmedi mi?
Komşu bir ülkeden kalkan bir İHA, ülkemizi boydan boya 300 kilometre geçip ancak başkent yakınlarında düşürülebildiğinde bu güvenlik algısı nereye düşer? Ya da bir Yunan askerinin botla Datça kıyılarına kadar çıkıp elini kolunu sallayarak geri dönmesi, sınır namusunun neresine sığar?
Açık olan şudur: Devletin kimliğine, varlığına ve ekonomik zenginliklerine sahip çıkamayanlar, sınırlarına da sahip çıkamazlar.
Dışarıdaki bu zafiyet sürerken, bir de "iç cephe" tartışmaları yürütülüyor. Bir halkın birliği sadece dış saldırılara karşı değil, içerideki kışkırtmalara karşı da diri tutulmalıdır. Bunun yolu ise toplumu tarikat, cemaat veya etnik kimlik gibi parçalara bölmek değil…
Laiklik temelinde, ulus bilinci ve vatan sevgisiyle birleştirmektir.
Unutulmamalıdır ki…
Bir ülkenin gerçek sınırı sadece tel örgülerle değil, o topraklar üzerinde yaşayan her bir yurttaşın hür ve sorgulayan aklıyla korunur.
Eğer biz ulusal birliği sağlamak adına laikliğe ve ortak vatandaşlık hukukuna sarılırsak bölünmez bir bütün oluruz. Aksine; ulusal bilinci dışlayıp etnik ve dini kimlikleri kaşırsak, kendi parçalanışımıza zemin hazırlarız.
Benden söylemesi...