Görünmez Dengeler, Görünen Gerçekler: KIBRIS SATRANCI

Kasım 27, 2025 - 00:33
Görünmez Dengeler, Görünen Gerçekler: KIBRIS SATRANCI

Ada Üzerindeki Gölge Oyunları

 

Doğu Akdeniz haritasına bir anlığına bakıp da Kıbrıs’ı göz ardı edenler, aslında satranç tahtasına bakıp veziri yalnızca bir karelik taş zannedenlere benzer. Oysa ada, yalnızca coğrafi bir kara parçası değil; üzerinde birbirine değmeden yangın çıkarabilecek kadar gerilim biriktiren jeopolitik damarların kesiştiği bir odak noktasıdır. Güneyden Afrika’nın kuzey kapısına, doğudan Levant havzasına, batıdan Ege geçidine, kuzeyden ise Anadolu’ya uzanan görünmez çizgiler, Kıbrıs’ın etrafında düşünülmeden atılan her adımı uluslararası bir denkleme dönüştürür. İşte bu yüzden ada, herhangi bir ülke için değil, özellikle Türkiye için yalnızca diplomatik bir konu değildir; ulusal güvenlik, enerji, deniz yetki alanları, ekonomik yaşam alanları ve savunma mimarisini doğrudan etkileyen stratejik bir mihenk taşıdır.

 

Kıbrıs meselesinin kökeni anlatılırken çoğu zaman yalnızca 20. yüzyılın ikinci yarısına odaklanılır. Oysa mesele çok daha derindir. Osmanlı hâkimiyetinden İngiliz mandasına, oradan da iki toplumlu yapının kurulmasına uzanan süreç boyunca, ada üzerindeki güç oyunu her zaman bölgesel dengeleri şekillendirmiştir. İngiltere’nin adayı elde tutma nedeni bile bu gerçeğin açık delilidir: Orta Doğu’ya uzanan mekânsal kontrol hattının en önemli gözetleme noktası Kıbrıs’tı. Bu durum, Soğuk Savaş boyunca süren NATO–Varşova dengelemesinde de değişmedi. Bugün ise deniz yetki alanlarının küresel enerji projeleriyle birleştiği bir aşamada, Kıbrıs’ın önemi tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar artmış durumda.

 

Türkiye açısından adanın kaderi, yalnızca Kıbrıslı Türklerin güvenliğiyle sınırlı değildir. Nüfus korunması elbette tarihsel bir sorumluluktur; ancak Türkiye’nin bu coğrafyada yürüttüğü strateji, yalnızca soydaşların bekasına değil, aynı zamanda Doğu Akdeniz’de nefes alan bir devletin çıkarlarına dayanır. Türkiye’nin 1974’te adaya müdahalesi bu yüzden yalnızca bir askeri operasyon olarak okunamaz; uluslararası hukuk tarafından meşru görülen bir garantörlük hakkının uygulanması kadar, bölgesel dengelerin tamamen değiştiği bir hamleydi. Bu hamlenin arka planında, ileride yaşanacak enerji ve deniz yetki alanı mücadelelerinin ilk işaretleri hissediliyordu.

 

Bugün Kıbrıs’ın güneyiyle kuzeyi arasında yalnızca bir statü farkı yok; adanın etrafına kurulan güç ağları da bambaşka. Güneyde Yunanistan’la ortaklaşan bir siyasi akıl, AB’nin doğu kapısına konuşlanmış durumda. Ada, Türkiye’ye karşı Güney Avrupa’nın her kararında bir araç olarak devreye sokuluyor. AB’nin karar alma mekanizmalarında Rum tarafının sahip olduğu veto gücü, yalnızca siyasi bir koz değildir; Türkiye’nin dış politikasında her kritik adımda karşısına çıkan yapay bir bariyerdir. Bu bariyer, 2004 Annan Planı sürecinde olduğu gibi, uluslararası toplumun beklentileri ve sahadaki gerçeklerle de çoğu zaman uyumlu değildir.

 

Tam da bu nedenle, Türkiye'nin Kıbrıs konusuna yaklaşımı duygusal reflekslerle değil, rasyonel devlet aklıyla şekillenmektedir. Devlet aklı, bir konuda duygusal zeminle hareket etmenin sonuçlarını en iyi bilen yapıdır. Kıbrıs konusunun kronikleşmesinin nedeni, çoğu zaman uluslararası toplumu yönlendiren güçlerin kendi çıkarlarını gerçekmiş gibi sunmalarıdır. Ancak Türkiye açısından gerçeklik her zaman sahada şekillenir. Bu da, askeri varlık, diplomatik manevra kabiliyeti, enerji projelerine yön verme kapasitesi ve deniz yetki alanlarına sahip çıkma iradesiyle ortaya konur. Tarih, sadece masa başı belgelerle değil, sahadaki kararlılıkla yazılır.

 

Mavi Vatan’ın Kritik Halkası

 

Doğu Akdeniz’de yaşanan enerji ve egemenlik mücadelesi, aslında yeni bir dönemin işaret fişeği oldu. Denizlerdeki güç dağılımı, kıyısı olan her ülkenin gelecek projeksiyonunu yeniden şekillendirdi. Mavi Vatan doktrini de bu süreçte Türkiye'nin deniz alanlarındaki haklarını koruma ve genişletme politikasının çerçevesi hâline geldi. Bu doktrinin amacı, Türkiye'nin ulusal çıkarlarını güvence altına almak kadar, Akdeniz'de karşısına çıkarılan yapay bariyerleri bertaraf etmekti. Yunanistan’ın maksimalist talepleri, deniz yetki alanlarının uluslararası hukukla örtüşmeyen biçimde genişletilmesi, Türkiye’nin nefes alanını kısıtlamaya dönüktü. Bu yaklaşımın hayata geçebilmesi için Yunanistan’ın tek başına gücü yeterli değildi; Rum yönetimi üzerinden AB desteği sağlanmaya çalışıldı. Ancak bu modelin başarısız kalmasının temel nedeni, Türkiye’nin jeopolitik ağırlığının görmezden gelinemeyecek kadar büyük olmasıdır.

 

Kıbrıs'ın önemi tam da burada yeniden belirginleşiyor. Ada, Türkiye'nin Doğu Akdeniz’deki stratejik derinliğini oluşturan en önemli unsur. KKTC, Türkiye açısından yalnızca bir müttefik değil, bölgesel denklemin en kritik ayağı. Türkiye burada askeri üs bulunduruyor, hava ve deniz kuvvetleri için ileri bir mevzi elde ediyor, Akdeniz’in ortasında bir manevra alanına sahip oluyor. Bu askeri ve jeopolitik etki, Kıbrıs’ın Türkiye için yalnızca bir dostluk ilişkisiyle açıklanamayacak kadar derin bir boyutta olduğunu gösteriyor.

Uluslararası arenada Türkiye’nin yaptığı hamleler, çoğu zaman “denge değiştirici” niteliğiyle tartışılıyor. Libya ile imzalanan deniz yetki alanı mutabakatı da bu dengeleme hareketinin en çarpıcı örneklerinden biri oldu. Bu anlaşma, Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi izole etme girişimini boşa çıkaran bir satranç hamlesiydi. Bu hamle yalnızca bir diplomatik anlaşma değildi; Akdeniz’de deniz yetki alanı realitesini değiştiren ve Türkiye'nin manevra alanını genişleten stratejik bir adımdı. Bu anlaşmanın sürdürülebilir olması içinse Kıbrıs'ın kuzeyindeki siyasi yapı hayati önem taşıyor. KKTC, bu stratejik hattın en sağlam dayanak noktası. Doğu Akdeniz'deki enerji paylaşımı tartışmalarının, askeri dengelerin ve diplomatik manevraların hiçbirinde Kıbrıs'sız bir denklemin gerçekçi olmayacağı artık uluslararası aktörler tarafından da kabul edilen bir durum.

 

Kuzeyin Yol Haritası ve Türkiye’nin Akılcı Planı

 

KKTC’nin statüsü uzun yıllar boyunca uluslararası toplumun belirsizlik yaratmayı tercih ettiği bir dosya olarak kaldı. Bu belirsizlik, Rum tarafına avantaj sağlayan bir ortam yarattı. Güney Kıbrıs’ın uluslararası tanınırlığı, adanın tümünün meşru hükümeti gibi sunulmasına neden oldu. Türkiye, bu tabloya karşı iki yönlü bir strateji geliştirdi: Bir yandan KKTC’nin uluslararası görünürlüğünü ve siyasal kimliğini güçlendirmek, diğer yandan da adanın kuzeyinin ekonomik, sosyal ve güvenlik altyapısını sürdürülebilir bir düzeye taşımak. Bu stratejinin en somut adımı, KKTC’nin Türk Devletleri Teşkilatı’na gözlemci üye olarak kabul edilmesiyle atıldı. Bu gelişme, KKTC'nin Doğu Akdeniz’de yalnız bir ada parçası olmadığını, Türk dünyasının yeni jeopolitik vizyonunun bir parçası hâline geldiğini gösterdi.

 

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Türkiye’nin KKTC’ye yaklaşımının yalnızca koruyucu bir tutum olmadığıdır. Strateji, karşılıklı güçlendirme üzerine inşa edilmiştir. KKTC'nin ekonomik direncinin artırılması, enerji projelerine dahil edilmesi, ulaşım ağlarının geliştirilmesi ve uluslararası temaslarının artması, Türkiye’nin bölgesel hedefleriyle uyumlu ilerliyor. Bu uyum, iki tarafın birbirine olan bağlılığını güçlendirdiği gibi, Ada üzerindeki güç oyunlarını dengeleyen en kritik unsur hâline geliyor.

 

KKTC’yi Türkiye ekseninden uzaklaştırmaya yönelik dış müdahaleler ise yeni bir durum değil. Tarih boyunca ada üzerinde çeşitli ülkelerin yönlendirme girişimleri oldu. Ancak bu girişimlerin her biri, Kıbrıs Türklerinin kendi güvenliklerini ve siyasi haklarını kaybetmesiyle sonuçlandı. Çünkü uluslararası sistem, güç ilişkilerine bağlı olarak şekillenir. Kıbrıs Türk halkının güvenliği ve varlığı, yalnızca Türkiye’nin sağladığı stratejik şemsiyenin altında korunabildi. Bu gerçek, tarihin soğuk yüzü kadar nettir.

 

Bugün KKTC’nin Türkiye’den uzaklaşmasını teşvik eden söylemler, çoğu zaman “uluslararası toplumun kabulü” gibi soyut kavramlarla süsleniyor. Oysa uluslararası toplumun bir devleti tanıyıp tanımaması, jeopolitik çıkarlarla belirlenen bir tercih meselesidir. KKTC'nin Türkiye ekseninden çıkması, yalnızca tanınma sorununu çözmez; aksine Ada’nın kuzeyini savunmasız bir bölge hâline getirir. Ada'nın güneyinde yıllardır biriken askeri yığınak, modern silah sistemleri ve yeni güvenlik anlaşmaları, böyle bir durumda kuzeyi baskı altına alabilecek kapasitededir. Bu nedenle KKTC’nin güvenliği, Türkiye’nin stratejik koruması dışında sürdürülebilir değildir.

 

Türkiye’nin akılcı planı ise tam da bu noktada devreye giriyor. Ada’nın kuzeyini yalnızca bir güvenlik hattı olarak görmek yerine, geleceğin Doğu Akdeniz mimarisinin merkezine yerleştiren bir strateji söz konusu. Bu strateji, enerji arz güvenliğini, deniz yetki alanlarının korunmasını, bölgesel istikrarın tesisini ve Türk dünyası ile Akdeniz coğrafyası arasında kurulan yeni iletişim ağlarını aynı potada eriten kapsamlı bir vizyon içeriyor. Bu vizyondan uzaklaşmak ise tarihte olduğu gibi bugün de riskli bir tercihe dönüşür.

 

KKTC'nin Türkiye ekseni dışında bir yol arayışına girmesi, yalnızca politik bir macera olmaz; ada halkının varlığını tehlikeye atabilecek sonuçlar doğurur. Tarih, ne zaman kuzeydeki toplum Türkiye’den uzaklaştırılmaya çalışılsa, bedelini her seferinde Kıbrıs Türkleri ödemiştir. Bugün de farklı bir sonuç beklemek, jeopolitik gerçekleri yok saymak anlamına gelir. Türkiye'nin sunduğu koruma şemsiyesi ve stratejik bütünlük, KKTC için yalnızca bir güvenlik garantisi değil; aynı zamanda geleceğe açılan en güçlü kapıdır.

 

Bu nedenle, Kıbrıs meselesinde en akılcı yol, Türkiye ile koordineli bir şekilde hareket eden, bölgesel denklemde doğru konumlanan, küresel satranç tahtasında doğru karelerde duran bir KKTC modelidir. Tarih, doğru yerde duranların kazandığını, yanlış ittifaklara yönelenlerin ise hüsrana uğradığını defalarca kanıtladı. Ada’nın kuzeyinin geleceği, Türkiye'nin stratejik aklıyla uyumlu bir çizgide netleşecektir. Bu çizgiden uzaklaşmak ise, tarihin sert yüzüyle yeniden karşılaşma riskini taşır.

 

Önemle altını çizmek isterim ki, bugün gelinen nokta da GKRY (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi), tam anlamıyla ikinci İsrail olmuş, Siyonizmin ikinci vatanı olmuş durumdadır.

Gerçekler , bu kadar apaçık ortada iken, KKTC ile ilgili farklı hayaller peşinde koşanlar, Türkiye’yi bu denklemde dışarıda bırakmak isteyenler, görevi ne olursa olsun... ! daha önce ki yazılarım da anlattığım gibi Mossad’ın üvey çocukları kapsamında ele alınması ve ayrıntılı bir şekilde irdelenmesi gereken kişilerdir.

Unutulmamalıdır ki ! Kendi tarihini yazamayan milletler, başkalarının yazdığı tarihte kurban olurlar.