Genelleme ve önyargıların ötesinde kanaat belirlemek, izlemek, yorumlamak, değerlendirmek, safını belli etmek, kendini mesul hissederek bir şeyler yapabilmek er kişi için. Haksız genellemeler, önyargı, evham, kötü niyet, keseri hep kendine yontarak keyfi ve bencil bir şeklide davranabilmek her kişi için.
Eğer insan kendini Yaratıcının bir memuru ama kâinatın da en mükemmel bir varlığı olarak görebilse, aklına ve kalbine şekilden öte gerçek anlamda insan olduğunu anlatabilse idari ve denetleme elemanlarına ihtiyaç duyulur mu, yeryüzü kan ağlar, çığlıklar arşı alayı inletir mi hiç?
Selçuklu da Osmanlı da değişik dinlere, farklı milletlere mensup, insanlar, kardeşane, huzurlu bir şekilde bir arada yaşamamışlar mı? Düne kadar bizimle birliktelikte yaşayan Ermenilere millet-i sadıka denmemiş miydi?
Şu bereketli topraklarda Türk, Kürt, Arap, Abaza, Çerkez, Gürcü, Yörük, Türkmen, Ahıskalı, Avşar, Laz… Sünni, Alevi… et ve tırnak gibi hep bir olmuş, diri olmuş, iri olmuştu. Ne zaman ki tefrika girdi bu millete, düşman şeytanla fitneyi cirit oyunu yaptı bu güzel mekânlarda. Karıştıkça zihinler, akıl uzak kaldı kalpten. Duygular da kör ve sağır oldu birden!
Uzun süredir görev gereği Türkiye’yi neredeyse ya karış karış dolaştım ya da Türkiye’nin Başkent’e yığılmasıyla tanıma fırsatı buluyordum bu farklı deseni. Aradan geçen zaman sonrası yine seyahatle bir nefes almak nasip oldu Anadolu’nun Doğu’sundan.
Zira bu ülkenin Doğusu da, Batısı da birdi. Ben bir Doğuluydum ama Karadeniz ile beraber Batıda yaşıyordum. Yani bir mozaik gibi, çok türlü ve zengin.
Kısa sürede olsa Doğu’nun birkaç kentinde seyir halinde sık sık duraklamalarla Anadolu insanının sıcaklığını çay ocaklarında, ulaşım noktalarında, ikram merkezlerinde nabız tutmaya, yorum yapmaktansa yerinde müşahede imkânı buldum. Birkaç ili ziyaret etme imkânı ile bu yıl yağan bereketli yağmur sayesinde sanki hep Karadeniz’de seyir yapıyormuşçasına bir nefes aldım.
…Adım adım geziyoruz. Gönlü zengin, misafirperver, saf, iyi niyetli, Anadolu insanın gönül ikliminin zenginliğinin tarifi mümkün değildi. Bakışlar bile çok anlamlıydı.
Bir zamanlar tek millet ve tek devlet olan Çanakkale’nin bir benzeri Malazgirt ile anlam kazanmıştı. Çanakkale de bir ruhtu, Malazgirt de. Ama nedense Malazgirt Zaferi aynı ruh olmasına rağmen bir açılış olan Malazgirt, zaferin adı ve ta kendisi olmasına rağmen neden garip ve sessizdi?
Çanakkale hep konuşulur, tartışılır, araştırılır, ziyaret edilir. Edilmeli ve dahası da yapılmalı. Ama Malazgirt neden yeterince konuşulup araştırılmıyor, bu eşsiz tarihin mekânları neden tanıtılmıyor, turlar düzenlenmiyor, ziyaret edilmiyor. Yoksa haberimiz mi yok?
Neden, niçin, nasıl, ne zaman… ile devam eden soru işaretleri devam edip gidiyor. Malazgirt, Muş İlimizin tarih ve kültürler yumağı bir ilçemiz. Bulanıktan sonra Malazgirt’e varıyorsunuz. Muş’a yüz otuz kilometre uzak olan Malazgirt’ten sonra Patnos ile Ağrı’ya komşu oluyorsunuz. Malazgirt İlçesi’ni konuşuyorken Anadolu’ya açılan kapı olan Malazgirt Savaşını atlamak bir haksızlık olur.
Tarih 26 Ağustos 1071, günlerden Cuma, yer Malazgirt. Kılınan cuma namazı sonrası Sultan Alparslan savaş elbisesinin üzerine beyaz bir libas giyerek kılıcını kuşanıp atına binerek tok ve gür sesiyle ordusuna şu şekilde seslenmişti: “Ey mücahitler! Düşman ne kadar çok görünürse görünsün! Biz onlardan daha güçlüyüz. Çünkü biz Allah’a inanıyoruz… Ya şehit olurum ya gazi… Şehit olursam beni şehit olduğum yere gömünüz. Üzerimdeki bu beyaz elbise kefenim olsun.” Askerler hep bir ağızdan: “Seninle beraberiz Sultanım! Öl dediğin yerde ölmeye hazırız…” diye cevap vermişler… Alparslan ve ordusu kendisinden kat kat üstün düşmana karşı eşsiz bir mücadele sonrası bir zafer kazanmıştı.
Sultan Alparslan’ın ordusunda Türk, Kürt, Arap… tek vücut mücadele etmişti. Romen Diyojen de her milletten geniş bir katılımla bir ordu oluşturmuştu. Ve Malazgirt Meydan Muharebesi artık bir zaferdi, Anadolu’ya akınların başlamasıydı, Anadolu’ya yerleşmekti. Hiç unutulmayacaktı bu destan, bu zafer. Tıpkı Çanakkale gibi.
Bu muharebe, dinî, millî, siyasî, askerî neticeleri ve Türk-İslâm tarihinin en büyük zaferlerinden biri olması bakımından önemlidir. Anadolu ahalisine terör ve tahribattan ziyade adaletle muamelesi, zalimleri ortadan kaldırmaları, can, mal, ırz emniyetini sağlamaları, bölge halkının Selçuklu idaresini gönülden tercih etmelerine yol açtı.
Romen Diyojen, 13 Mart 1071’de İstanbul’dan 200 000’den ziyade Frank, Norman, Slav, Gürcü, Abaza, Ermeni ve Rumeli’de yaşayan İslâm Dinini kabul etmemiş Peçenek ve Uz Türklerinden de ücretli askerler vardı. Ama güzel bir manevra ile Muharebenin başlamasından iki saat sonra, Peçenek ve Uz Türkleri, Bizanslılardan ayrılıp, millî bir his ile Müslüman Selçuklu Sultanına tâbi oldular. Mezhep baskısı sebebiyle Bizanslılara kırgın ve kızgın bulunan Ermeni kuvvetleri de muharebe meydanını terk etmişti.
Aman Allah’ım! O da ne! Gürcü, Abaza, Ermeni ve Rumeli’de yaşayan İslâm Dinini kabul etmemiş Peçenek ve Uz Türkleri de Romen Diyojen’in safındaydı?
Ne oluyordu; bu bir oyun muydu? Düşman kardeşi kardeşe mi kırdırıyordu?
Yok yok. Ama güzel bir manevra ile Peçenek ve Uz Türkleri, Bizanslılardan ayrılıp, millî bir his ile Müslüman Selçuklu Sultanına tâbi oldular. Tabii ki Ermeni kuvvetleri de muharebe meydanını terk etmişti. Yani oyun bozulmuştu.
Fakat yıllara, şartlara inat bu oyunun adı değişse, roller farklı olsa da maç kardeşi kardeşe kırdırmak, husumet, düşmanlık ve sonrası böl, parçala, yok et, kontrolünde tut.
Bağdat bombalansa da yanlış hesap yine Bağdat’tan dönecek. Bütün oyunlar ile kimse ırkçılık ve mezhepçilikle bu aziz milleti bölemeyecek. Bu millet ben ve bencilliği bir tarafa atıp hep Biz demiş. Özerklik bu milleti bozar. Çocukları dağa çıkarmak bu milleti üzer. Başkası açken kendisi karın tokluğundan kendinden geçmez. Asildir, vakurdur bu millet. Renk, dil, mezhep, bölge gibi ayrılıklar bu milletin gayrılığı değil; birlikteliğidir.
Malazgirt Anadolu’ya açılan bir kapıydı. Şimdi Malazgirt’ten açılacak pencerelerle aydınlığa merhaba diyecek çok ama çok neden var…
YORUMLAR