Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Ahmet Yaşar Zengin Emekli Akademisyen

Eski Bir Çift Çorap

Eski Bir Çift Çorap

Sevgili okuyucularım, hikâye biraz uzun olduğu için özür dilerim.

Prof. Dr. Mehmet Baydemir, Fabrikatör Nazif Beyi ziyaret için Ofisine gider. Kendisini karşılayan sekretere;

–         Nazif Beyle görüşmek istiyorum

–          ‘Nazif Bey mi?’

–         Evet, Nazif Bey!’

–         Nazif Bey sizlere ömür, kaybedeli dört yıl oldu.

–         Ya, öyle mi?

–         Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı?’

–         Var oğlu Selim Bey…

–         Selim Beyle görüşebilir miyim?’

–         Kim diyelim efendim?’

–         Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım.’

Sekreter dâhili telefonu çevirdi. Selim Bey ile görüştükten sonra:

–         Lütfen beni takip edin.

Selim Beyin odasına götürdü,

–         Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.

–         Bendeniz de Selim Cebeci… Lütfen buyurun, oturun.’ dedi,

Mehmet Bey, anlatmaya başlar,

–         Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl… Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim.’  Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam.’ Fakat en azından o büyük insanın oğlunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.’

–         Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?

–         Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık.’

Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve

–         Sizi karşıma Allah çıkardı.’

–         Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki, ama neden?’

–         Bizdeki emanetinizi vermek için…’

–         Emanet mi?’

Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine ‘gelebilir misiniz?’ deyip telefonu kapattı.

Mehmet Bey, Şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi. Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı.

Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek,

–         Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum.’ dedi. ‘Bana yalnızca maddî destek vermedi, manen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. “Sana bunun için burs vermedim.” Diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum.’ dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotoğrafına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı.

Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:

Birinci cümlede: “Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra…”

İkinci cümlede:  “Bir müddet sabredeceğiz, sonra…”

Üçüncü cümlede: “Bir müddet yürüyeceğiz, sonra…”

Mehmet Bey, sonunda dayanamayıp,

–         Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim.’

Selim Bey:

–         Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik.

O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin…

Şaşkınlık içinde, ‘Başka bir şey yok mu?’ diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışı karşısında babam:

“Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra… Alışacağız.”

Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı.

Annem bezgin bir sesle: “Bu evde hiçbir şey yok” Burada nasıl yaşayacağız.’ Babam:

“Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız…”

Selim Bey devam etti:

–         Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, ‘Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.’

Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla,

–         Yoruldum.

Babam: “Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız…”

Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum.

Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı:

Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.

Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü.

Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi.

Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı. ”Bugün, benim için ne manaya geliyor biliyor musunuz?”  dedi…

Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk.

Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı. Babam kendisini topladı ve ‘Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime “bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.” demiştim. Bugün ise, Allah’ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı.’ dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi.

Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret sembolü olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana: ‘Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır.’ diyor’.

Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotoğrafa hayran hayran baktı.

–         Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım.

Selim Beye döndü ve

–         Siz ne yapardınız?’

–         Bir müddet zeytin yerdim, sonra…

O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir Kutuyla içeriye girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı.

–         Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.’

Mehmet Bey, kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttı…

Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.

Sevgili Mehmet Bey oğlum,

Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu…

Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım.

Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım.

Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir.

Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.

Sevgilerimle, Nazif Cebeci.

 Mehmet Bey, bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu.

Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı.

Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi. Selim Bey,

Peki ya siz olsanız ne yapardınız?

Bir müddet zeytinle idare edebilir miydiniz?

Selam ve saygılarımla

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER