Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
ALİ ONUR ŞAHİNOĞLU

KARANLIĞA GÖMÜLEN AYDIN

Chomsky, yedi yıl önce düzenlenen bir konferansta yaptığı konuşmada ilginç konulara değiniyor. Örneğin, ABD ve İngiltere için dindar ülkeler tanımı yapıp, aslında Hristiyan siyonizminin Yahudi siyonizminden de eski olduğu bilgisini paylaşıyor. Eski ABD başkanlarından Wilson’un dindarlığı -Wilson örneğini boşuna seçtiğini düşünmüyorum- ve her gece okuduğu İncil üzerinden bu savını destekliyor. Ona göre Yahudi Devleti’nin kuruluşunun ve Yahudilerin bu topraklara dönüşünün bu dindar elit tabaka için özel bir anlamı var.

Bu noktada diyor ki Chomsky: ”İsrail, Avrupa kolonyalizminin son aşamasıdır.” İlginç bir tespit. İlginç ama durum böyleyse İsrail bir koloni devleti statüsüne indirgenmiş oluyor. O halde şu soruyu sormak için fırsat doğuyor: ABD ve İngiltere’nin İsrail’i bu kadar cansiperane korumasının altında, koloniyi korumak güdüsü yatıyor olabilir mi? Kulağa çok basit geliyor değil mi?

Chomsky, İsrail’i bu kadar kuvvetle savunan, “unsual forms of colonialism” (kolonyalizmin alışılmadık biçimleri) olarak tanımladığı Kanada ve Avustralya gibi ülkelere de dikkat çekiyor. Ancak bu kolonyalizmin Hindistan’daki İngiltere veya Cezayir’deki Fransa ile karıştırılmaması gerektiğini, neticede İsrail’deki senaryonun birisinin dışardan gelip yerli halkı elimine etmesi üzerine kurulduğunu söylüyor. Ona göre bu senaryoyla aynı olmamakla birlikte Güney Afrika’daki durumun da benzer yönleri var. İlginç bir tespit daha. Doğrusu Güney Afrika’nın Gazze için giriştiği hukuk mücadelesi de bu “yakın”lığın bir yansıması olabilir mi, diye düşünmeden edemiyor insan.

Chomsky’e göre, 1948’de İsrail devleti kurulduğunda ABD içinde farklı tavırda olanlar var. Hükümet konuya temkinli yaklaşırken Pentagon ısrarla İsrail’in desteklenmesi gerektiğini savunuyor. Ta ki 1958 ve sonrasında 1967 krizlerine kadar. Bu tarihlerden sonra İsrail’in askeri potansiyeli bu devletler tarafından keşfediliyor. Bu keşif nihayetinde Gazze’de gördüğümüz duruma evriliyor. Aynı zamanda ABD içindeki bu çatışma bana Trump’ın devlet organlarıyla yaşadığı çatışmaları da hatırlattı. Eski ABD başkanı biraz da geleneksel devlet politikalarını dışına çıktığı için gözden düşmedi mi?

Dikkat çekici olan konuşmanın yedi yıl önce yapılmış olması. Hala güncel. Bazı çıkarımlar da yapmak mümkün. Batı kök sebepler üzerine kafa yoruyor. Biz çatışmalar üzerine kafa yoruyor ve “haber”i yayıyoruz. Belki yaymamız, üzerine konuşmamız gereken olayların “niye”sidir. Zaten Ortadoğu’da konular her zaman güncel. Düşünmeye biraz zaman ayırsak bir şey kaçırmış olmayız.

Bana bu konuşmayı hatırlatan, 95 yaşındaki filozofun daha sonra eşi tarafından yalanlanan ölüm haberi oldu. Anlattıklarını tekrar dinlediğimde “aydın konuya objektif yaklaşabilmeli,” dedim kendi kendime. Sonra Türkiye’yi de yakından ilgilendiren konulardaki düşüncelerini hatırladım. Hoşlanmadım hatırladığım şeyden.

Zira kavimlerin de insanlar gibi ömürleri olduğunu biliyordum. O halde kavimlerin uzun yaşaması çatışmaya mı yoksa barışa mı dayalıydı? Hoşlanmadığım şey, kardeşlik dediğim şeyi bozan nedenlerin, bölücülüğün görmezden gelinmesiydi.

Peki o halde aydın kimdi? Sorgulanamaz prensipleri olan mı, yoksa sorgulanamaz bir prensip tanımayan mı?

Konuyla ilgili Edward Said’in Entelektüel’ini arıyordum kütüphanemde. Ah’lar Ağacı geldi elime:

“Bir Arap şairi şöyle demiş,

Savaşta yenilen halkına,

Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır!”

*

Geçen gün rastladığım bir ifade: maskesiz balo.

Belli ki bir kelime oyunu yapılmak istenmiş. Aslında başlangıç noktası ve buluş olarak fena değil. Ancak maskesiz balo, zaten balo demek değil mi? Bunun dışında benim bildiğim sadece kıyafet balosu var.

Maskeli balonun olağan bir balodan farkını ortaya koymak için maske sözcüğünü yapım ekiyle sıfat haline getiriyoruz. Daha farklı oynamalar yapılabilirdi belki. Misal balolu maske. Bu ifade de mükemmel değil ama yine de okurun düşünce mekanizmasını zorluyor.

*

İntihal konusunu işleyeceğim demiştim önceki yazımda. İhyâ’da Gazâlî, Süfyân-ı Sevrî’den örnek veriyor: “Biz insanlara ticaret vasıtası olduk. Gelir biri bizden okur da gider, kadı, vali veya ünlü bir kahraman olur.”

Düşünüyorum da üstadın bahsettiği kadı, vali ve ünlü kahraman kim? Var mı adını hatırlayan? Buna karşın, ben 21. Yüzyılda bir köşe yazarı yazımda kendisinden bahsediyorum. Demek ki hatırlanmak, dahası hayırla hatırlanmak bir makam, bir koltuk işgal etmekle olmuyor. Kalpten kalbe giden yollarla kuruluyor vefa bağı.

Peki neden “şimdi”yi boş verip bilgelikle yoğrulmuş bir hayat süren, dünyaya sırt çeviren insanlar hatırlanıyor da, hırsla dünyayı ele geçirmeye çalışan insanlar hatırlanmıyor?

İlkin, çoğunluk dünyanın peşinde koştuğu için buna sırt çevirecek cesareti bulanlar bir maden gibi toprağın bağrında parlıyor.

Sanırım hatırlanmanın ikinci koşulu da dışa dönüklükte değil içe dönüklükte aranabilir. Hep daha fazlasına insanı mahkûm eden dünyadan daha sınırsız bir dünya vadediyor içe yolculuk. Sınırları olmayan topraklara adım atmak gibi. Bu sınırsız yerde görülen manzaralar, çoğu dış dünyada kalan ve bu dış dünyadaki aynı manzaralara takılan, bir süre sonra bunlardan sıkılan insanlara özgün, benzersiz seyirler -seyirlerden kastım okumalar, dinlemeler vesaire ruha dokunanı kapsıyor- sunmaz mı? O kadar kitabın, sanat eserinin arasında yalnızca bir kaçı bize özgün oldukları izlenimini vermez mi? Bu dünyayı, insanı bütün çıplaklığıyla anlattığı için başarılı saydığımız her eser aslında başka bir dünyanın “ses”iyle bize ulaşmaz mı?

O halde intihal, iki gerçeği içermiyor mu?

Birincisi, “öteki”nin hatırlanmaya değer olduğunun, “eldeki”nin de unutulacağının kabulü.

İkincisi de bilgelik dahilinde bulunmayan, hatırlanmaya olan hırsın kabulü. Bu duygunun, daha güzelini yapmaya çalışan sanatçı hırsından farklı olduğu aşikâr. Daha çok “çabaya bağlanan bir başarıyı” değil de, nefsin başıboş yönelimlerini çağrıştırıyor.           

*

Geçen gün almak ve vermek üzerine bir sohbete şahit oldum. Daha doğrusu “bu devirde vermek”ti konu.

Bence verilmeli. Akıl, kalp, para, zaman…

Ancak gel gör ki yaptığımız her iş çıplak. O işlere samimiyet elbisesini giydirmemiz gerekiyor. Ne kadar aptalca görünürse görünsün…

İşlerin birer birer huzuruna çıktığı Sultan, sadece bu elbiseyi seviyor. Üzerindeki elbiseye göre de büyük küçük oluyor, küçük de büyük.

İnsanlar, diğer insanlara nasıl görünecekleri üzerine çok kafa yoruyorlar. Hâlbuki siz samimi olduktan sonra O, sizi dünyaya kendi istediği şekilde gösteriyor.

 

İşiniz rast gitsin.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER