Şu anda ayakta olan Ayasofya M.S.537 yılında yapılan 3. mabettir. İlk Ayasofya M.S. 360 yılında Bizans İmparatoru I. Konstantios döneminde inşa edilmiş, bu yapı 404 yılında İmparator Arkadios zamanında çıkan bir isyanda yakılmış, yerine 415 yılında İmparator II.Theodosius tarafından ikinci mabet inşa edilmiştir. Ne hikmetse bu mabet de 532 yılında İmparator Justinianos zamanında çıkan bir isyan sonucu, yine Bizanslı isyancılar tarafından, yakılıp yıkılmıştır. İmparator Justinianus aynı yıl bugünkü Ayasofya’nın inşaatını başlatmış ve 537 yılında tamamlanarak ibadete açılmıştır. Ayasofya, fetih öncesi yıllarda özellikle haçlı seferleri sırasında büyük zarar görmüş, en büyük zararı da 1203 yılında Dördüncü Haçlı seferi sırasında yaşamıştır. Bu sefer sırasında haçlı orduları tarafından İstanbul işgal edilmiş, şehir yakılıp yıkılmış ve yağmalanmıştır. Bu vahşetten Ayasofya da nasibini almış; tahrip edilmiş ve yağmalanmıştır. Şimdi Ayasofya konusunda ahkâm kesip bize akıl vermeye kalkan Batılı zihniyete “Siz değimliydiniz Ayasofya’yı yakıp yıkan, talan eden… Hadi oradan” demek lazım.
Fetih öncesi İstanbul’da yaşanan depremler sırasında da Ayasofya çok hasar görmüş, özellikle 1344 yılındaki deprem sırasında kubbesinin bir bölümü yıkılmış, halktan özel vergi alınarak onarım yapılmaya çalışılmıştır. Zaman içerisinde Bizans’ın maddi yönden zayıflaması nedeniyle yapı harap duruma gelmişti. Dolayısıyla; İstanbul’un fethi sırasında Ayasofya’da büyük onarımların yapılması icap etmekte idi. Neyse ki Ayasofya’nın imdadına 29 Mayıs 1453 de Osmanlı yetişti.
Fetih sırasında harap durumda olan Ayasofya’ya ilk müdahale, fethi müteakip, Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılmıştır. Fethin sembolü olan Ayasofya, İstanbul’un fethini müteakip geleneğe uygun olarak Camiye çevrilmiş ve yine Allah’a ibadet için kullanılmaya başlanmıştır. Fatih Sultan Mehmet tarafından Ayasofya Camii vakfiye çalışmaları başlatılmış; fethi takip eden üçüncü gün, 1 Haziran 1453 Cuma günü, hazırlıklar tamamlanmış, Akşemsettin’in imamlığında ve Fatih Sultan Mehmet adına okunan hutbe ile cami olarak kullanılmaya başlanmıştır. Vakfiye gereği olarak Ayasofya’ya sarf edilmek üzere İstanbul’un değişik yerlerindeki bazı taşınmazların gelirleri Ayasofya’ya verilmiştir. Camide değişik hizmetleri görmek üzere 62 kişi görevlendirilmiş, Caminin doğu tarafına ahşap bir minare inşa edilmiş, Ayasofya’nın kuzey tarafındaki alana da tek katlı bir medrese yaptırılmıştır. II. Bayezıd döneminde medresenin üzerine bir kat daha ilave edilmiştir. Ancak ne yazık ki bu medrese Cumhuriyet döneminde restore edilecek denilerek yıkılmış, ancak restore edilmemiş ve tamamen ortadan kaldırılmıştır.
Fatih dönemindeki onarımlardan sonra, II. Bayazıd, II. Selim, III. Murat, III. Ahmed, I.Mahmud ve Sultan Abdülmecid dönemlerinde de Ayasofya’da önemli restorasyonlar yapılmıştır. II. Selim (1566-1574), Ayasofya’nın bakım, onarım ve çevre düzenlemesi için Mimar Sinan’ı görevlendirir. Mimar Sinan; Fatih döneminde yapılan ve onarım gerektiren ahşap minareyi kaldırır ve payanda yapılmasını mümkün görmediği kuzey ve güneybatı köşelerine ağırlık kulesi vazifesini görecek iki yeni minare ile Ayasofya avlusuna II. Selim için bir türbe yapar. Ayasofya’nın sağlamlaştırılması ve depreme karşı korunması için de, camiden itibaren Marmara Denizine kadar her 50 metrede bir hendekler kazdırarak bu hendeklerin içerisine duvarlar ördürür ve hendekler yeniden kapatılır. Bizans döneminde yapılan ve harap duruma gelen payandaların restorasyonlarını yaparak sağlamlaştırır. Ayasofya’yı ayakta tutan ve günümüze kadar gelmesini sağlayan en büyük restorasyon çalışması bu dönemde yapılır. Bu çalışmalar III. Murad’ın ilk yıllarına kadar devam eder.
III. Murad döneminde (1574-1595) yine mimar Sinan tarafından Camiye iki minare ilave edilir ve yeni payandalar yapılır. I.Mahmud döneminde (1730-1754) Caminin içine, duvarları İznik çinileri ile kaplı bir kütüphane bölümü inşa edilir.
Sultan Abdülmecid döneminde (1839-1861) üst kattaki 12 sütun sağlamlaştırılır, kubbedeki yarıklar ve duvarlardaki çatlaklar büyük bir itina ile onarılır, payandalar sağlamlaştırılır, güneydoğudaki minare yükseltilerek diğer minarelerle eşit duruma getirilir. Bu büyük onarım sonrası kapalı tutulan cami 13 Temmuz 1849 da büyük bir törenle yeniden ibadete açılır.
Açıkça söylemek gerekirse; fethin sembolü olan Ayasofya’yı kurtaran, yapının yanlarına yapılan payandalar, dört köşesine kondurulan minareler ve denize kadar her 50 metrede bir yer altına yapılan set duvarlarıdır. Ayrıca; Türk- İslam hoşgörüsü sayesinde; yüzyıllarca (481 Yıl) cami olarak kullanılan Ayasofya’nın freskleri tahrip edilmeden günümüze kadar gelmiştir. Şayet hoşgörü olmasaydı bu fresklerden bir santim bile kalmazdı. Ayasofya’daki onarımlar Cumhuriyet döneminde de devam etmiş olup, halen titiz bir şekilde sürdürülmektedir. İşte bu müdahaleler sayesindedir ki Ayasofya günümüze kadar hayatiyetini sürdürmüştür. (Resim: 1)
Resim: 1- İstanbul- Ayasofya Camii
Ayasofya 1931 yılına kadar ibadete açık kalmıştır. 1931 yılında Ayasofya Camiinin sıvaları altında kalan mozaiklerin meydana çıkarılması ve camide inceleme yapılmasına müsaade edilmesi hakkında Maarif Vekâletinin 27.04.1931 tarih ve 962 sayılı yazısı üzerine alınan 07.06.1931 tarih ve 11195 sayılı kararname ile Amerika’nın Boston Şehrinde bulunan Bizans Enstitüsünün Müdürü Thomas Whittemore’ye çalışma izni verilmiştir. İşte bu çalışma izni Ayasofya Camiinin müze haline getirileceğinin ilk işareti olmuştur.
Thomas Whittemore’nin Ayasofya Camiindeki çalışmaları 1934 yılı sonlarına doğru tamamlanmış ve Ayasofya Camii 1 Şubat 1935 tarihinde Müze olarak ziyarete açılmıştır. Müzenin açılması ile ilgili olarak İstanbul Müzeleri Genel Müdürlüğünce Kültür Bakanlığına hitaben gönderilen 27.01.1935 tarih ve 17 sayılı yazının 5. Maddesinde; Ayasofya Müzesinin 1 Şubat 1935 tarihinde ziyarete açılacağı bildirilmiştir.
Ayasofya Camii’nin müze olarak ziyarete açılması o tarihte yayımlanan gazetelerde de haber olarak yer almıştır. 1 Şubat 1935 tarihli “Zaman” gazetesinde; “ Ayasofya Müzesi” başlığıyla yer alan haberde: “ İlk hazırlıklar bitti, bu sabahtan itibaren açılıyor. Müze her Cumartesi günü kapalı olacak, sair günler saat ondan dörde kadar onbir kuruş duhuliye mukabilinde umuma açık olacaktır.” denilmiş, haberde ayrıca; “Camideki halılar ile cami olduktan sonra binaya ilave edilen bazı kısımlar ve eşyalar tamamıyla kaldırılmış yalnız bu mabedin bir aralık ta cami olarak kullanıldığını göstermek için mihrap bırakılmıştır” denilmiştir.
2 Şubat 1935 tarihli “Cumhuriyet” gazetesinde de “Ayasofya Açıldı” haberi yer almıştır. Görüldüğü üzere, “Neden müze yapıldı” veya “ Neden ibadete kapatıldı” yolunda basında en ufak bir ima dahi yoktur.
Atatürk’ün Ayasofya’yı müze olarak açıldıktan sonra 6 Şubat 1935 tarihinde ziyaret etmiş olduğu da yine İstanbul Müzeleri Genel Müdürlüğünün 07.02.1935 tarih ve 155 sayılı yazısı ile Kültür Bakanlığına bildirilmiştir.
Bu duruma göre; gerek Ayasofya Camii’nin müze olarak açıldığının basında yer almış olması ve gerekse İstanbul Müzeleri Genel Müdürlüğünün Kültür Bakanlığına hitaplı yazısında Atatürk’ün Ayasofya’yı müze olarak açıldıktan sonra ziyaret etmiş olduğunu resmen bildirmiş olması; Ayasofya Camii’nin müze olarak açılmasından Atatürk’ün haberi olduğunu açıkça göstermektedir. Hatta, Ayasofya’nın Müze olarak açılması nedeniyle ibadete kapatıldığının Atatürk’e iletilmesi üzerine Atatürk’ün “ İbadete kapatmak mı? Komisyon çizmeyi aştı. Böyle münasebetsizlik olur mu hiç. Ayasofya Cami’dir, aynı zamanda da Müze olacaktır, maksat budur” tarzında konuştuğu bazı kaynaklarda belirtilmekte ise de, bu konuda elimizde kesin bir delil mevcut değildir.
Gelelim Ayasofya Camiinin müzeye çevrilmesi hakkındaki 24/II/1934 tarih ve 2/1589 sayılı Kararnameye: (Resim: 2)
Resim : 2- Ayasofya Kararnamesi
1989-1992 ve 1995-1997 yılları arasında iki dönem Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü olarak görev yaptığım sırada, Ayasofya’nın ibadete açılması ile ilgili olarak vatandaşların Kültür Bakanlığına yapmış oldukları sayısız müracaat üzerine konuyu incelemeye başladık. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünden temin edilen, Ayasofya Camiinin müzeye çevrilmesi hakkındaki kararnameyi incelemeye başladığımda Atatürk’ün “ K.Atatürk” imzası dikkatimi çekmiş ve bu imzanın Atatürk’ün diğer imzalarına benzemediği, dolayısıyla da başka biri tarafından atılmış olabileceği görüşümü dönemin Bakanı ile de paylaşmıştım.
Bu arada vatandaşların gönlünü bir nebze olsun hoşnut edebilmek için Ayasofya Camiinin “Hünkâr Mahfili” bölümünü mescit olarak düzenleyip ibadete açmak istedik ve hızlı bir şekilde çalışmalara başladık. O dönemde bu bölüm, maalesef hurda malzemelerin ve İstanbul’un değişik yerlerinde yapılan kazılar sonucu bulunan mozaik parçalarının düzensiz bir deposu durumunda idi. Kısa sürede temizlik ve restorasyon çalışmalarını tamamlayıp 10 Şubat 1991 tarihinde “Hünkar Mahfilini” ibadete açtık. Akabinde de Ayasofya’nın dört minaresine hoparlör bağlattık ve 3 Mart 1991 tarihinden itibaren de minarelerden beş vakit ezan okunmaya başlandı
İncelememiz devam ederken maalesef o yıllardaki sistem gereği sık sık değişen koalisyonlar sebebiyle Bakan değişti ve ben de doğal olarak başka bir göreve atandım. Dolayısıyla Ayasofya ile ilgili incelememiz de yarım kalmış oldu. Bu arada kararnamedeki imzanın sahte olabileceği haberi bazı araştırmacılara da ulaşmış ve onlar da bu konuda inceleme yapmaya başlamışlardı. Ancak bu hususta kesin bir sonuca ulaşılamamıştı.
Aradan geçen zaman zarfında kararname ile ilgili kesin bir sonuca ulaşmak mümkün olmadı. Bu arada 1930 lu yıllara ait resmi gazeteleri incelerken bazı hususlar dikkatimi çekince yeniden Ayasofya konusuna yoğunlaştım. Yaptığım inceleme sonunda da Ayasofya camiinin Müzeye çevrilmesi ile ilgili kararnamenin sahte / geçersiz olduğuna kesin olarak kanaat getirdim:
Şöyle ki;
1-Kararnamedeki Atatürk’e ait imzanın sahte olup olmadığı konusunda 1996 yılında İçişleri Bakanlığına yapılan bir müracaat üzerine, Atatürk’e ait imzalar incelemiş ve bu inceleme sonucunda Emniyet Genel Müdürlüğünce ilgilisine gönderilen 3 Ocak 1997 tarih ve 0.34.02.04.96/007 sayılı yazıda özetle: “Kararnamedeki imzanın inşası sırasında Atatürk’ün imzalarından farklı olarak “A” harfinin de kullanıldığı, “K” harflerinin şekillendiriliş biçimleri ile “t” harfleri kuşaklarının konumu itibariyle de farklılıklar bulunduğu görülmektedir. Ancak, bu farklılıkların söz konusu imzanın sahte olduğu yolunda bir sonuca ulaşılabilmesi açısından yeterli sayılamayacağı” denilmiştir.
Bu açıklamaya göre imzanın Atatürk’e ait olup olmadığı kesinlik kazanmamış ve bir soru işareti oluşmuştur. Dolayısıyla, Atatürk’e ait olabileceği yolunda da kesinlik kazanmayan bu imzanın Atatürk’e ait olmadığının ispatı için başka delillerin de olması gerektiği sonucu ortaya çıkmıştır.
Yapmış olduğum inceleme sonucu Kararnamenin sahte / geçersiz olduğu konusunda elde ettiğim delilleri aşağıda sunuyorum:
2-Ayasofya Camiinin Müzeye çevrildiği yıllarda Resmi Gazetede değişik konularda birçok kararname ve hatta tamimler bile yayınlanmakta iken Ayasofya ile ilgili bu önemli kararnamenin yayınlanmamış olması, şüpheli bir durumdur. Birileri çıkıp her kararnamenin Resmi Gazetede yayınlanma mecburiyeti yoktur diyebilir. Bu beyan da doğrudur, her kararname yayınlanmayabilir; ancak bütün milleti ilgilendiren böyle önemli bir kararnamenin Resmi Gazetede yayınlanması gerekir diye düşünmekle birlikte sadece bu iddiamız Kararnamenin sahteliğini doğrulamayacağından aşağıdaki diğer delillere de müracaat edeceğiz.
3- Kararname 24 Kasım 1934 tarihlidir ve Reisicumhur imzası “K.Atatürk” olarak atılmıştır. Oysa; Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal’e Atatürk Soyadı verilmesi ile ilgili 2587 Sayılı “Kemal öz atlı Cümhur Reisimize verilen soy adı hakkında kanun” 24 Kasım 1934 tarihinde kabul edilmiş ve 27 Kasım 1934 tarihli Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Kanunun 2. Maddesinde aynen “ Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.” Hükmü yer almaktadır. Yani bu kanuna göre Kemal öz atlı Cumhur Reisimiz, Atatürk soyadını resmen 27 Kasım 1934 tarihinden itibaren kullanabilecektir.
Yine birileri çıkıp, Kanunun 24 Kasım 1934 de kabul edilmiş olduğunu dolayısıyla Reisi Cumhurun da bu tarihte Atatürk soyadını kullanmış olabileceği yorumunda bulunabilir. Bu kişilerin yorumuna göre Atatürk kanunsuz bir eylemde bulunmuştur. Oysa, bir Reisi Cumhur’un böyle bir yanlışlık yapacağı elbette ki düşünülemez. Nitekim o tarihteki Resmi Gazeteler bizim bu düşüncemizin haklılığını ortaya koymaktadır.
4- Gazi Mustafa Kemal kendisine Atatürk soyadı verilmesi ile ilgili kanunun neşir tarihi olan 27 Kasım 1934 tarihine kadar “Gazi M. Kemal” olarak imza atmış ve ancak 27 Kasım 1934 tarihinden itibaren imzasını “K.Atatürk” olarak değiştirmiştir.
Nitekim; 8 Aralık 1934 tarih ve 2874 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanan; 26 Kasım 1934 tarihli “İktisat Vekaletinden” 1 adet, “Dahiliye Vekaletinden” 2 adet ve Maarif Vekaletinden” de 1 adet olmak üzere toplam 4 adet Kararnamede Reisi Cumhur imzasının “Gazi M. Kemal” olarak atılmış olduğu apaçık görülmektedir. (Resim:3)
Resim 3: 26.11.1934 tarihli, “Gazi M. Kemal” imzalı Kararnameler.
10 Aralık 1934 tarih ve 2876 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan “Adliye Vekâleti”ne ait 27 Kasım 1934 tarihli Kararnamede ise “K.Atatürk” olarak imza atılmış olması ve bundan sonraki kararnamelerde de artık “K.Atatürk” imzasının kullanılmış olması; Reisi Cumhur’un soyadı kanununun neşri tarihinden itibaren “K.Atatürk” olarak imza atmakta olduğunun, daha önceki bir tarihte ise “K.Atatürk” imzasını atmadığının kesin bir delili olarak karşımıza çıkmaktadır. (Resim: 4) Yani Atatürk Ayasofya Kararnamesinin imza tarihi olarak görülen 24.11.1934 tarihinde henüz K.Atatürk imzasını kullanmaya başlamamıştır. Dolayısıyla bu imzanın Atatürk tarafından atılmadığı, Atatürk’ün vefatından sonraki bir tarihte, tespit edemediğimiz bir kişi veya kişiler tarafından, atıldığı gerçeğini ortaya koymaktadır.
Resim:4- 27.11. 1934 tarihli K.Atatürk imzalı kararname.
Yukarıda da izah ettiğimiz gibi Gazi M. Kemal 27.11.1934 tarihine kadar resmi bir belgeye K.Atatürk imzasını atmamıştır. Bizim için önemli olan Kararnamelere / resmi belgelere atılan imzalardır. Şayet Atatürk’ün 27.11.1934 tarihinden önce bazı özel yazılarında K.Atatürk imzasını atmış olduğunu kabul edecek olursak, bu kez Atatürk’ün, kendisine soyadı verilmesi ile ilgili kanun çıkmadan “Atatürk” soyadını benimseyerek kendisine bu soyadının verilmesi telkininde bulunmuş olduğu ve kanunun bundan sonra çıkarılmış olduğu anlamı ortaya çıkar ki bunun da doğruluğunun ispatı mümkün değildir.
Zira; Atatürk’e soyadı verilmesi ile ilgili Kanunun Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülmesi sırasında söz alan Başvekil İsmet İnönü’nün: “ Arkadaşlar, Büyük Önderimiz Cümhur Reisimizin soy adı için bir kanun teklif ediyoruz. Düşündük ki; soy adı kanunu tatbik olunurken Büyük Önderin taşıyacağı adı tayin etmek Büyük Meclisin borcu ve hakkıdır. Kanunda biz (Atatürk) adını teklif ediyoruz. İnanıyoruz ki; ulusun en değerli varlığı olan Cümhur Reisimizin adını söylerken derin saygı ve sevgi duygularımızı birlikte sezdirmiş olacağız.” Demiş olması Atatürk soyadının kendileri tarafından teklif edildiğini açıkça göstermektedir.
Kaldı ki; Atatürk’ün imzasını çizen, Amerikan Kolejleri Yazı ve Matematik Öğretmeni Vahram Çerçiyan’ın 1969 yılında Milliyet Gazetesinde yayımlanan röportajında; Atatürk’ün imzasını çizmek görevinin kendisine verildiğini beyan etmiş ve kendisine telefonda “Biliyorsunuz Mustafa Kemal bugün Atatürk soyadını aldı. Kendisine bundan sonra kullanabileceği bir imza takdim etmek istiyoruz. Bunu olsa olsa sizin gerçekleştirebileceğinize inanıyoruz. Bu gece hazırlayacağınız bir tek imza taşıyan kartvizit yarın sabah sizden alınacaktır.” Dendiğini; kendisinin de sabaha kadar beş imza örneği hazırlayıp “seçimi Ata yapsın” diyerek imza örneklerini gönderdiğini, aradan üç gün geçtikten sonra Atatürk’ten bir teşekkür mektubu aldığını, ifade etmiş olduğundan; Atatürk’ün 27.11.1934 tarihinden önce “K.Atatürk” imzasını kullanmış olamayacağı gerçeğini ortaya çıkarır.
5- Ayrıca; söz konusu Ayasofya Kararnamesine yazılan “Kararname Sayısı” nın da gelişigüzel yazılmış olduğu yine Resmi Gazetelerin tetkikinden anlaşılmaktadır. Ayasofya Kararnamesine 2/1589 sayısı verilmiştir. Resmi Gazeteleri incelediğimizde Kararnamelere tarih sırasına göre numara verildiği açıkça görülür. Nitekim incelediğiniz 22 Kasım 1934 tarihinde alınan Kararnamelere 2/1594 ile 2/1603 arasında sırasıyla numara verildiği görülmektedir. Ayasofya Kararnamesi ise son olarak 2/1603 sayısı verilmiş olan bu kararnamelerden iki gün sonraki bir tarihe aittir. 24 Kasım 1934 tarihlidir. Yani Kararname Sayısının 2/1603 den sonra gelen bir sayı olması gerekir. Oysa; söz konusu kararnameye verilen 2/1589 sayısı bu sayıdan daha düşüktür. Açıkça söylememiz gerekirse Ayasofya Kararnamesinin sayısı da sahtedir.
Bütün bu delillerin ışığı altında; Ayasofya Camiinin Müzeye çevrilmesi ile ilgili 24.11.1934 tarihli kararnamenin sahte / geçersiz olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
Bu yola neden tevessül edilmiştir. Buna da biz yorum getireceğiz:
Tahminimize göre Atatürk zamanında alınmış bir kararname olabilir. Ancak içeriği farklıdır. Ayasofya Camiinin müze olarak hizmet vereceği ve aynı zamanda ibadet için de kullanılacağı yazılı olmalıdır. Nitekim yukarıda izaha çalıştığım üzere Atatürk’ün “ İbadete kapatmak mı? Komisyon çizmeyi aştı. Böyle münasebetsizlik olur mu hiç. Ayasofya Cami’dir, aynı zamanda da Müze olacaktır, maksat budur” şeklinde bir konuşma yapmış olması bu tezimizi kuvvetlendirir niteliktedir. Dolayısıyla var olduğunu ihtimal dâhilinde gördüğümüz bu kararname Ayasofya’da ibadeti engellemek isteyen ve yabancı devletlerin borazancıbaşılığını yapan bazı karanlık emellileri memnun etmediği için kararnameyi yayınlamadıkları, hatta sayı dahi aldırmadıkları, dolayısıyla Ayasofya’da ibadeti engellemek için yeni bir kararnameye ihtiyaç duydukları ve yukarıda sözünü ettiğimiz kararnamenin de bu sebeple kaleme alındığı düşünülebilir.
Ayasofya’nın müze olarak açılması ile ilgili bir kararname olmadığını varsaydığımızda, bu kere Ayasofya Camiinin Kararname olmadan Müzeye çevrildiği gerçeği ortaya çıkar. Bu duruma göre sonraki yıllarda vatandaşın yavaş yavaş tepki göstermesi üzerine, hadiseyi resmileştirebilmek için Kararname yazmak mecburiyetinde kalınmış olmalıdır. Ayasofya Camiinin müze olarak kullanılmaya başlandığı ilk yıllarda ibadete kapalı olması; Ayasofya’nın önceki yıllardan beri devam eden onarımları nedeniyle zaman zaman ibadete kapalı tutulmuş olmasından dolayı geçici bir tasarruf olabileceği düşünülerek fazla dikkat çekmemiş olabilir. Ancak zamanla halktaki bilinçlenmenin sonucu olarak “Ayasofya neden ibadete açılmıyor” sorularının çoğalması üzerine bu duruma yasal bir dayanak bulma yoluna gidilmiş ve bir Kararname uydurma gereği ortaya çıkmıştır.
Söz konusu Kararnamede ayrıca yanıltıcı bir ifade kullanılmıştır; “ Ayasofya Camiinin tarihi vaziyeti itibariyle müzeye çevrilmesi bütün şark alemini sevindireceği..” denilmiştir. Bu tamamen yanlış bir beyandır. Şark Âlemi niçin sevinsin ki? “Batı Âlemini” veya “Hıristiyan Âlemini” diyemedikleri için “Şark Âlemini” denmiştir. Zira Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi, Bizans kalıntısı Hıristiyan âlemini memnun etmiştir. Ama esas gayelerinin burasını yeniden kiliseye çevirmek olduğu da açıktır. Zira Ayasofya’yı ziyaret eden birçok batılı devlet adamı bu art niyetlerini dolaylı bile olsa ziyaretleri sırasında oradaki görevlilere karşı açıkça dile getirmişlerdir.
Tarihçi merhum Prof. Dr. Halil İnalcık 7 Ekim 2014 tarihinde bir TV kanalındaki konuşmasında; 1958 yılında Münih’te katıldığı bir kongre sırasında, Bavyera Kardinalinin “Ayasofya’nın kubbesinde Hıristiyanlığın yıldızı parlayacaktır” dediğini ve bütün sözde ilim adamlarının da onu dakikalarca alkışladıklarını ifade etmişti. İşte Batının gerçek yüzü budur.
Ne acıdır ki; sadece yabancılar değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliğini taşıyan bazı kişiler de olumsuz fikirleri ile yabancıları destekler tarzda ifadeler kullanmaktadır. Nitekim; bu kişilerin, “Etrafta birçok cami var, Ayasofya’nın cami olmasına gerek var mı ki? Şeklinde bilinçsizce konuştuklarına şahit olduğumda onlara: Ayasofya’nın fethin sembolü olduğunu, daha doğrusu bizim istiklalimizin- bağımsızlığımızın sembolü olduğunu, müzede ısrar etmenin, kilise heveslisi bazı ülkelerin isteklerine boyun eğmek olacağını izah etmeye çalışmıştım. Ayrıca bu kişilere: “Ayasofya’yı kiliseye çevirmek isteyenlere, sanki İstanbul’daki kiliseler ibadet edenler tarafından dolup taşıyor da sıra Ayasofya’ya mı geldi diye niçin sormuyorsunuz” dediğimde de hiçbir cevap veremiyorlardı.
Sonuç olarak: İddia konusu Kararname olsun veya olmasın; Ayasofya’nın Cami olarak ibadete açılması için hiçbir yasal engel yoktur. Fiziki olarak da Ayasofya’nın hem ibadete açılması ve hem de yerli ve yabancı ziyaretçiler için ziyarete açık tutulması mümkündür.
Şöyle ki; Ayasofya’nın, 1991 yılında ibadete açmış olduğumuz Hünkâr Mahfili bölümünden Ayasofya’nın ana mekânına geçişi sağlayan bir kapı vardır. Şu anda, devamlı kapalı tutulan bu kapıdan Ayasofya’nın mihrabının olduğu bölüme geçiş yapmak mümkündür. Mihrabın önündeki belirli bir alan ibadet için ayrılır ve etrafı ahşap veya uygun bir malzemeden yapılan paravanla çevrilebilir. Ziyaretçilerin ise yine belirli bir giriş ücreti mukabilinde şu andaki bahçe girişi ve Ana kapı kullanılarak Ayasofya’yı ziyaretleri sağlanabilir. Ayrıca ibadet bölümü ile Ayasofya’nın ziyarete açık diğer mekânları arasındaki paravanda, sadece acil durumlarda kullanılmak üzere, bir kapı konulabilir. Böylece Ayasofya’da hem ibadet edilir, hem de yerli ve yabancı ziyaretçiler rahatlıkla gezilerini yapabilir.
Ayasofya camiinin yeniden resmen ibadete açıldığını görebilmeyi Yüce Rabbimden niyaz eder, bütün okuyuculara sevgi ve saygılar sunarım.
YORUMLAR