Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Halit Korkmaz

Kadına şiddet ve cinsiyet eşitliği

Kadına şiddet ve cinsiyet eşitliği.

Öteden beri Adalet ve merhamet duygularını  hem cinsinden esirgeyen insanoğlu, gitgide daha da çürüyerek Dünya çapında yaygınlaşan  aile ve toplumları derinden etkileyen aile içi şiddet ilkelliği, ülkemizde de zirve yaparak varlığı süregelmektedir.

Bu sohpetimizde kadına yönelik şiddetle ilişkili  yayımlanmış yüzlerce araştırmanın tekrarladığı ezberin gerçekliği üzerinden düşünmemizi sağlamayı amaçlamaktayım.

 Bu ezber, “erkeklerin ve erkek egemen bir kültürün” kadına yönelik dramatik ve yaygın bir şiddet uyguladığı yönünde yapılan vurgudur.

Başta Aile yapımıza olmak üzere, [1]kültür ve medeniyetimizin tüm değerlerine yapılan saldırı ”seküler dünyadan”, içeride ise ”uydurulmuş dinden” gelmektedir.

 Bu saldırılar niçin etkili olabilmektedir?

 Etkili olmasında bizim payımız varmıdır?

Millet olarak, ülke olarak nerede hata yapmaktayız?

Çare aramayıp genelde dert  mi yanmaktayız!

 Yaşadığımız bu kaosta başkalarını mı suçlamaktayız!

Yapmamız gerekenler şunlar değilmi?

Kendi tezlerimizi ve projelerimizi üretmemizi sağlamak,

Çözümler, kendi kültür ve medeniyetimiz açısından elde edilmeye çalışılırken, tüm insanlığın birikiminden de yararlanmayı ıskalamamak!

Böylelikle, günü kurtaran anlık çözümler yerine kalıcı, uzun vadeli çözümler üretilebilecek, Evrensel  ve yerel politikalar belirlenebilecektir.

Bana göre günümüz dünyasında yaşadığımız en önemli pröblem şiddet, uyuşturucu, kumar, cinayet, istismar vb. sorunlar değildir.

 En önemli sorunumuz, sözü edilen sorunlara yaklaşım sorunudur.

 Çözüm adına yaptığımız müdahalelerin, sözü edilen sorunları çözememesinin yanında, başka sorunlara da yol açıyor olmasından daha vahim bir durum olabilirmi!

Toplum olarak biz, kadın ya da erkek taraftarı olmamalıyız.

Amacımız, kadını ya da erkeği haklı çıkarmak olmamalıdır.

 Kadına ya da erkeğe haksızlık yaparak, diğer tarafın hakkını koruyamayız.

Kaldı ki, haksızlığın kendisi başlı başına bir şiddet değil midir?

 Kadına yönelik şiddeti cinsiyet faktörüne indirgeyerek açıklamak; diğer bir ifadeyle şiddeti cinsiyetçi bir bakış açısıyla ele almak, sorunun derinliğini, bileşenlerini ve risk faktörlerini anlamamızı/görmemizi engellemeyecekmidir?

İstatistiklerin analizi, Evrensel manada toplumlar arasındaki farkın giderek kapandığı, bu yöndeki liderliğin İsveç, İzlanda, Norveç ve Finlandiya gibi gelişmiş ülkelerde olduğu gerçeğinden hareketle, yaşam koşulları aynı olmayan sınıflar arasında da fark kalmadığı, bireylerin şiddet eğilimlerinin topluma yayılmış olduğu tespit edilmiş bulunmaktadır.

Sorun Evrenseldir.

Erkekler; kadının ‘’etinden, sütünden, derisinden, tırnağından ve yününden” de faydalanmaya çalışmaktadır anlayışı ileriye matuf çözüm getirirmi?

Bu şiddetin faili erkeklerdir  argümanı; şiddetin failini “erkekler” olarak kodlamakta, erkeklerin içinde, özellikle “koca” lar, yani evli olan erkekler kadına şiddet uygulamakta, bu ise şiddetin mekânı olarak “ev” i, şiddetin üretildiği sosyal kurum olarak da “aile” yi sanık sandalyesine oturtmaktadır.

İnsanlığın en eski kurumu ailedir.

Geçtiğimiz yıl psikologların oluşturduğu bir mail grubuna, “25 Kasım Dünya Kadına Şiddeti Önleme Günü”  sebebiyle “25 Kasım Kadın Platformu” tarafından gönderilen bir mailde, şu ifadeler yer alıyordu…

 “Bu 25 Kasım’da da biz kadınlar, erkek şiddetine karşı dünyanın her yerinde olduğu gibi İstanbul’da da sokaklardayız. Geçen 25 Kasım’dan bu yana bu topraklarda kadına yönelik erkek şiddeti yine artarak sürdü. Kadınların bedenine ve emeğine yönelik devlet eliyle yürütülen saldırılar hız kesmeden devam etti. Bu topraklarda her gün aramızdan 5 kadın öldürülüyor.  Buna rağmen katiller ve tecavüzcüler ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaşıyor!…’’motto’su objektifmidir. Çare olurmu?

İstatistikleri abartmak, yangına körükle gitmek barış getirirmi?

Var olan yarayı kangrene çevirmezmi?

 Batılılaşma serüveni ile Türkiye;

Milli eğitimle yabancılaşmayı başlatmıştır.

Kendi kültür değerlerinden uzaklaşmıştır.

Batı kültür ve medeniyet değerlerini tek çıkış yolu olarak görmüştür.

Batı kültürünün ülke insanına indirgeme ile dikte edilmek istenmesi,  ‘’aynı kalp ve ruhta iki farklı değer sisteminin’’ var olmasına sebebiyet vermiştir.

Bunun sonucunda toplumsal şizofreni doğmuştur.

 Özellikle genç nesiller, okulla aile arasında, değer    çatışmasının kurbanları olmuştur.

Her şeyi eşyalaştırma, alınır satılır meta durumuna indirgeme, toplumsal değerlerde çözülmeye sebebiyet vermiştir.

 Hayatın maddileştirilmesi, evliliğin ”sadece haz ve madde” üzerine inşa edilmesi, aile bireyleri arasında birbirine tahammülü azaltmıştır.

 Birbirinin kahrını çekme duygusu zayıflatılmıştır.

Sabır olmayan bir yerde bir müddet sonra sevgi, saygı ve sadakat da olmayacaktır.

 ‘Tek ebeveynli ailelerin” artması ile psikolojik ruhsal dünyaları yıkılmış çocukların, geleceğin Türkiye’sinde çok ciddi bir sorun olacağı gözden ırak tutulmuştur.

Türkiye, 2011 Mayıs ayında, kısa adı “İstanbul Sözleşmesi/Konvansiyonu” olan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” adlı uluslararası sözleşmeyi, hiçbir maddesine çekince konulmaksızın imzalayarak kabul etmiştir.

Bu sözleşme, 8 Mart 2012 tarihinde kabul edilen “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”a esas teşkil etmiştir. Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Dayalı Politika Uygulayan Ülkelerde Kadın Ve Aile (İzlanda, Finlandiya, Norveç, İsveç, Türkiye) adlı araştırma raporu ile; Türkiye’de ilk defa, toplumsal Cinsiyet Eşitliği Politikaları masaya yatırılarak tartışmaya açılmıştır.

 Rapor, bu politikanın uygulandığı ülkelerdeki durumu, “evlenme ve boşanma” , “aile yapısı”, “kadına yönelik şiddet”, “intihar” ve “alkol ve madde kullanımı’’ oranlarını göz önüne alarak bir değerlendirmeye tabi tutmuş ve kamuoyunun dikkatine sunmuştur.

 “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine’’ dayalı Kadın ve Aile araştırmaları, Türkiye’de ve Dünyada Kadına şiddet olgusunu istatistiklere atıfla tanımlama cihetine giderek, ailenin şuurlu bir şekilde tahrip edilmesine dönük politikaların uygulanmak istendiği olgusunu tartışmaya açmıştır.

Aile ortamının, güvenilmez  bir kurum olduğu, şeklinde bir zihinsel alt yapı ortaya konulmak istenmiştir.

Şiddetin tüm risk faktörleri göz önüne alınmadan şiddetin tek nedeni, “Toplumsal cinsiyet eşitsizliği” olduğu gösterilerek insanlar ve toplum yanıltılmaya çalışılmıştır.

Kadın, kadın olduğu için şiddete maruz kaldığı üzerinde durulmakta, “Kadının hem kocasına hem de çocuğuna uyguladığı şiddet üzerinde hiç durulmamakta’’ dır. Yapılan araştırmalar, polis, mahkeme ve hastane kayıtları, “kadınlardan erkeklere yönelen” şiddetin giderek arttığını ortaya koymaktadır.

Türkiye’de ‘kadın katiller üzerinde yapılan bir araştırmada,” katiller ile maktullerin yakınlık ilişkisi incelendiğinde % 36.84 ile birinci sırada yer almaktadır.

 Kadına şiddeti cinsiyet temeli üzerinde açıklayan zihniyet, bu iki konuyu görmemezlikten gelmekte, cinsiyet faktörünü hiç göz önüne almamakta, söz konusu etmemektedir.

 Kadına şiddet amaçlı yapılmış saha araştırmalarında taraflı sorularla, muhataplar yönlendirilmektedir.

 Alınan cevaplardan feminist tezleri desteklemeyen sonuçlar, hiç değerlendirmeye alınmamaktadır.

Okuyucular, devletin yayınlayıp yürürlüğe koyduğu bu belgeleri incelediklerinde, siyasetçilerin övünerek uygulamaya koyduğu bu anlayışın muhtevasından habersiz oldukları kanaatine ulaşacaklardır.

 Aksi taktirde kendi dünya görüşleri, hayat felsefelerine zıt olan bu belgeleri, siyasetçilerin niçin yayımladıkları ve uygulamaya soktukları anlaşılamamaktadır.

 Bu meyanda, siyaset ile bürokrasi arasında kör bir nokta,  bir kara delik oluştuğu gerçeği görülmektedir.

Kadına yönelik şiddeti önlemenin yolu, cinsiyet eşitliğini sağlayıp, kadının konumunu güçlendirmek ve onu erkekle mücadele edebilecek konuma yükseltmekmidir?

Bu anlayış, çatışmayı durdurmayı değil, savaşı denk kuvvetler arasında sürdürmeyi amaçlamaktır.

Kadına şiddet gibi; sosyal, kültürel, biyolojik, felsefi, tarihsel, psikolojik, dini boyutları olan bir konunun sadece “cinsiyet eşitliği” gibi cinsiyet temelli tek bir perspektife hapsedilmesi nasıl mümkün olabilmektedir.

Rehabilite edici bir anlayış şu şekilde olabilirmi?

1. Cinayet esnasında alkol alıp almadıkları,

 2.Ekonomik koşulları, çalışıp çalışmadıkları…

 3.Psikolojik durumları (depresyon/kişilik bozukluğu vs.)

4. İçinde yetiştikleri aile ortamı,

5.Mesela, “Eşlerini öldüren erkeklerin %66’sı cinayeti işledikleri anda alkol ya da uyuşturucu etkisi altındaydı” gibi bir bilgi  veya habere ilişkin duyum, algımızı nasıl etkilerdi!

Görsel basın haberi “Alkol ve Uyuşturucu Can Almaya Devam Ediyor’’ şeklinde verse!

 Alkol ve uyuşturucu Nisan ayında 29 can aldı…

 Kadın cinayetine karışan faillerin %66’sının bu cinayetleri alkol ve uyuşturucu etkisi altındayken işledikleri tespit edildi…

 Faillerin 3’te birinin en az 2 aydır işsiz olduklarının belirtildiği olaylarda, cinayetten yargılanan 11 zanlının da daha önce depresyon ve kişilik bozuklukları tedavisi gördüğü anlaşıldı…

 Uzmanlar, alkolün hem şiddete yönelttiğini hem de psikolojik bozukluklarla bağlantılı olduğunu belirtiyor.

 Cinayetle yargılanan faillerden 16’sı cinayetleri kendini savunma amaçlı işlediklerini, yine de çok pişman olduklarını belirtti.

 Zanlıların avukatlarından edinilen bilgiler, faillerin %20’sinin yetiştirme yurtlarında büyüdüğünü, %41’inin boşanmış ailelerin çocukları olduğunu, %24’ünün ise, sürekli kavga ortamında büyüdüğünü belirtti.

 Uzmanlar, bu tür şiddet olaylarının yaşanmaması için alkol ve madde kullanımıyla ilgili yeni düzenlemelere ihtiyaç duyulduğunu, psikologların ise huzurlu bir aile ortamının önemine vurgu yapıyor olmasının duyurulması,  algının nasıl değişeceğini  net olarak göstermektedir.

Aile Akademisi Derneği, aileye yönelik saldırı ve tehditlerin en başından beri, aileyi asıl tehdit eden unsurların sadece “internet”, “kumar”, “alkol” vb. şeyler olmadığını vurguluyor ve asıl tehdit’in, batı ve Avrupa temelli değer yargılarına, kültürel kalıplara ve kavramlara yaslanılarak kadın ve aileye ilişkin politikaların uygulanıyor olmasına vurgu yapmaktadır.

Sonuç olarak;

Hiçbir şiddet türü şahsi bir mesele olmayıp,  aile içi bir mesele gibi değerlendirilip susmayı gerektirmemekte, bunun için bireysel, toplumsal ve devlet olarak insana yönelik şiddetin önlenmesi adına gereken tüm adımlar atılmalı, kadına  ve erkeğe yönelik şiddet vakaları son bulmalıdır.

Saygılarımla.

Kaynakça:

1-Mücahit Gültekin-Meryem Şahin- Prf. Dr. Burhanettin CAN

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER