İnsanlar kaybedildikten sonra, bir daha geri dönme ihtimalinin olmadığı durumlarda, çoğunlukla da insanlar öldükten sonra anlaşılıyorlar ve geride kalanlar keşke ile başlayan cümleleri daha sık kullanıyorlar. Ve gidenler, ölenler hayatta kalanlara öyle bir miras bırakıyorlar ki ölseler bile aranıyor ve kurtuluş vesilesi oluyorlar. Öyleyse hayatta silinmeyecek kişilik ve eserlerle beraber öldükten sonra yaşıyormuş gibi bedenen ölse bile yapılanlar, eserler, miraslarla asıl ölümsüzdür insan.
Bir kişilik ki ölse bile geride samimiyet, dürüstlük, doğruluk, şefkat rüzgârlarının esintilerinde insanlık sarayı ufuklar ötesinde seyahat ediyor, bir kişilik ki benden içerü gerçek benin güzelliklerinde benlik, kibir kendine yaşayacak yer bulamıyor; bir kişilik ki yokluklar içerisinde kanaatkârlıklar ve fedakârlıklarla benden öte biz diyerek önce vatan, millet, bayrak, tabi ki olmazsa olmaz illa da hürriyet, hürriyet diyor. Bir kişilik ki şekilden öte insanlık kötülere ve kötülüklere yaşam hakkı vermiyor. Bir kişilik ki…
Tarih bir anlamda bedenen ölen ölümsüzlerin şanlı şahidi, belgeleri ve kayıtlarıdır. Ve tarih okunduğu, hem de çok iyi bir şekilde okunduğu müddetçe unutulanlar, öylesine hatırlananlar unutulmayacak, tarihe bıraktıkları izleri takdirlerle alkışlanacaktır. O halde bu özelliklerin zenginliği, kişilikler de aynı zamanda çok iyi bir şekilde okunmalıdır çok. Öyle ki adeta bir kitap, ansiklopedi olan bu yapraklar çevrildikçe insanlar bir şeyler okuyacak, kim bilir kendi kişiliklerini de görebileceklerdir.
Bu anlamda birçok insanın kimliğinin, kişiliğinin, hayatının temsilcisidir Mehmet Akif Ersoy. Kim Akif’e ölü diyebilir, kim Merhum Akif’in hayatından küçücük bir kıssa da olsa burası beni tarif ediyor, sanki benim duygu ve düşüncelerim demez ki?
İstiklâl Marşının Kabul Edildiği Günü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü Hakkında Kanun gereğince çıkarılan ve 7 Mart 2008 tarihli resmi gazetede yayınlanan yönetmeliğe göre 12 Mart İstiklâl Marşı ve Mehmet Akif Gününü ülkemizde ilk kez bu sene resmi olarak kutlanması yıllarca sessiz kutlanılan Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşı Kutlamalarına bir nokta iade-i itibardır, Merhum Akif’e ve İstiklal Marşına daha fazla yakınlaşmanın hissedilmesidir.
Provası tekrarlansa bile aynı sonucu veremeyecek bir zafere, bugün uzay çağının, teknolojik harikaların bile karşısında galip gelemeyeceği bir destana, tekrarı mümkün olmayan aklın anlamada, dilin duyguları ifade etmede zorlandığı bir istiklale, zamanın ötelerinde yaşayan ölmezlerin beraber vuruştuğu gönül, inanç, vatan, millet, bayrak seferberliği ile hürriyete olan düşkünlüğün nefsi müdafaası olan Çanakkale’nin, bir destanın tanığına, tercümanına, şairine kim ölü diyebilir, kim bu cümleler arasında kendine yer bulmaz ki?
İstiklâl Harbi ile adeta hüznün, savaşın hâkim olduğu yılların, yedi yüz yirmi dört eser arasından sıyrılan bir destanın milli şairinin ölümsüz marşı kimlere hangi duyguları yaşatıp, bedenen canlı, ama ruhen ölü hayatlara can katmaz ki?
Merhum Akif duyguların tercümanı kadar aynı zamanda gönül adamı, bir o kadar da ilkeli duruşu ile farklı bir kişilik. Sanki Akif’te kendini görüyor insan! Bazen de ifade edilemeyenleri de Merhum Akif’te görüyor insan.
Aciz, garip, fani Can’ın sanki numune-i misalidir Merhum Akif. İlkeli hayat, karakter, vakur duruş, olmazsa olmazlar, vatan, millet, bayrak, hürriyet kavramı kadar, “… Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim. İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.” ifadesi galiba benzerliklerin bazıları… Merhum Akif hayatı ve düşünceleri ile aynı dönemdekilerle değil, kendinden önceki ve sonrakilerle de hep kardeştir, dosttur, gönül birliğinin değişmez adresidir.
İşte Merhum Akif’in hassasiyetini taşıyan bir benzerlikteki mükemmel bir başka Mümtaz Şahsiyetin aciz, fani, fakir, garip olan Canlar’ın bir başka örneği, temsilcisi, mücadele dolu hayatın anlaşılmaz itirafının teslimiyeti, bütün bütün muavenetten mahrum kalmış, garip ve kimsesiz halin bir başka tasviri…
Bir zaman, bir padişahın müptela olduğu bir hastalığın ilâcı, bir çocuğun kanı imiş! O çocuğun pederi, çocuğu, hâkimin fetvasıyla bir para mukabilinde padişaha vermiş. Çocuk, mecliste ağlamak ve şekva yerine gülmüş. Sormuşlar: -Neden istimdat etmiyorsun, şikâyet etmiyorsun, gülüyorsun?
Demiş ki: -İnsan, musibete giriftar olduğu vakit; evvel pederine, sonra hâkime, sonra padişaha şekva eder. Benim pederim, beni kesilmek için satıyor; işte hâkim de ölmekliğime karar veriyor, işte padişah benim kanımı istiyor… Bu antika, pek garip, şekli çok çirkin ve hiç görülmemiş bu hale karşı, ancak gülmek ile mukabele edilir.
İşte çaresizliklerin, mücadelelerin, tercihlerim kalmadılara aynı yüreğin, ufkun cevabı.
Merhum da “Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı? Mahşerde mi biçarelerin, yoksa felâhı!” dememiş miydi?
Bu bir isyan değil, arzuhaldir. Akifler ve Asımlar da hayal değildir.
YORUMLAR