Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
ALİ ONUR ŞAHİNOĞLU

SİZ, MÜHLET VERİLENLER

1972 Olimpiyat baskınını ve baskından sonra yaşananları konu alan 2005 yapımı Munich adlı filmde istihbarat servisi karşı saldırı için 5 kişiden oluşan özel bir ekip kurar. Ekibin başı Avner şöyle bir itirafta bulunur: ”Öldürdüğümüz her adamın yerini daha kötüleri aldı.”

Halbuki yalnızca öldürülen “kötü” -kullanılan kelimelere dikkat çekmekte fayda var- adamların yerine daha iyileri geçmemiştir. Buna ek olarak yaşayanlar da daha bilinçli hale gelmiştir. Zira hayatta kalanların, ölenin ardından baktıklarında gördükleri iki gerçeği var:

İlki, ölümün hak olduğu ve herkesin bu dünyada ne yaparsa yapsın aynı sona ulaşacağı gerçeği. Dolayısıyla, verili zamanın nasıl geçirileceği sorusu önem kazanmaktadır.

İkincisi, ilk soruya verdikleri cevap üzerinden yaşayan ve ölen kişilerin arkalarında bıraktıkları mirasın cezbedici büyüklüğü.

Bu gerçeklerin toplamı hayatı değersizleştirmiyor. Aksine niceliğin değerli olduğu bu çağda niteliği öne çıkarıyor. Yaşam dediğimiz şeyin değerine yeni bir tanımlama getiriyor.

Kim bilir belki de, peygamberin tamamlamak için gönderildiği “güzel ahlak”ın tamamlanan kısmı yaşamın ve ölümün güncellenen bilgisidir. Başka bir ifadeyle “dünya”nın bir duvar gibi etrafımıza ördüğü tereddüdün kalplerden silinmesi.

*

Clausewitz, bir yeri elde tutmanın o yeri almaktan daha kolay olduğunu söyler. Ona göre zaman, savunmadaki tarafın lehinedir. Savunma, ekmediği bir ürünü biçen avantajlı taraftır. Taarruzdaki küçük ya da büyük her hata savunmanın işine yarar.

Burada sahada kullanılabilir unsurlar üzerinden konuya yaklaştığını düşünüyorum. Ama işin bir de moral tarafı yok mu? Savunan ve saldıran tarafları sadece nicelik üzerinden mi değerlendirmeliyiz?

Bazen taarruz eden sayıca ve teknolojik olarak güçlü olsa da, moral yönden savunmada olamaz mı?

O halde moral motivasyonu yüksek tutarak, teknolojik üstünlüğü ele geçirinceye kadar psikolojik ve fiziki taarruza dayanmak, zamanın ve kaynakların en verimli şekilde kullanılması anlamına gelmez mi?

İttifakların iyiden iyiye karmaşıklaştığı mevcut küresel durumda, Türkiye’nin gelecekteki politikalarını bir de bu açıdan düşünmekte fayda olabilir.

İlginçtir, Türkiye ile ilgili bir konu üzerine düşündüğümde din, dil, ırk fark etmeden dünya üzerinde acı çeken bütün insanları, toplumları düşünüyor buluyorum kendimi. Tam tersi de geçerli.

*

Okumayan, okuduğu üzerine düşünmeyen, düşünme eyleminden özgün sonuçlara ulaşmayan toplumlarda her fikrin her ideolojinin her okulun her kavramın Truva atına dönme ihtimali vardır.

Tasavvuf da bunlardan biri. Geçerli dinin özgün ve her asırda taze cevaplar verebilen bir kısmı olup, eyleme dönük olan bu kavram gittikçe daha da öksüz kalmaktadır.

Son dönemde izlediklerim, okuduklarım beni bu konuda yazmaya itti. Sema ayinini ne idiği belirsiz bir dönme hareketine çevirenler. Terapi sözcüğünün başına türlü türlü kelimeler getirerek tuhaf yollara sapanlar. Mistisizmi tasavvuf sananlar. Tasavvufu güzel konuşmak sananlar. Sessiz kalmayı tasavvuf sananlar. Sohbet ve vaazı bir sananlar. İbn Arabi’nin terimleştirmediği vahdet-i vücûd öğretisini tek gerçek yerine koyup Spinoza’ya bağlayanlar. Ayetlerin apaçık anlamlarından uzaklaşıp, onları işârî tefsire indirgeyenler. Ne ararsanız var.

Evet, tasavvuf da asırlar boyunca Hint düşüncesiyle, İran düşüncesiyle etkileşime girmiştir. Ama eldeki veriyi sağlamanın yolu hala dosdoğru geçerlidir: Kuran ve sünnet.

Ben buna geldiğimiz yolu ve ulaştığımız açıklamaları göz ardı etmeden bilimi de ekliyorum. Bir de “kalbe danışmak” var ki o apayrı bir konu. Sınırları belirsiz olduğu için hiç karıştırmamak daha iyi olabilir.

*

“Tonlarca meyve dalında çürüdü.”

“Vefat edenlere makyaj yaptım.”

“Karadeniz’in rengi değişti.”

Son dönemde rastladığım bazı haber başlıkları. Şiirsellik var bu cümlelerde. Bu sıradan karşılaşmalar beni şiirin şiirde değil de içimizde bir yerde olduğunu düşünmeye yöneltiyor. Belki de “Ebe” Sokrates haklıydı: Kimseye bir şey öğretemezsiniz, yalnızca ortaya çıkmasını sağlarsınız. Acaba bilgi için olduğu kadar şiir için de geçerli mi bu?

Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine’de Cioran şöyle diyor:

“Hava durumu raporunu dinlerken ‘yer yer yağmurlu’ sözünden irkiliyorum. Bu da gösteriyor ki, yer yer sözü belli bir titreşim yaratabiliyor olsa da, şiir bizim içimizde, ifadede değil.”*

Ama içimizdeki şiirselliğin farkına varmak için de yine dışarıya dönmemiz, ifadedeki şiiri aramamız gerekmez mi? Şiirin ne olduğunu bilmeyen biri sıradan cümlelerden sanatsal bir haz alır mı?

Seslerini Araya Ölüler’de işlemiştim bu konuyu. Rüyamda beni gördüm adlı şiirden:

“geçmiş neresinde kalıyor zamanın

dünden kalan eşya ben değilim

yedi kat göğün en altında

topraktan başkasını görmedi gözlerim

can havliyle yazılır her şiir

anlam kelimelerde bir kelime

kendini dayatan bunca ses arasında

sabahtan akşama duyamadığım ne”

 

İşiniz rast gitsin.

 

*Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine, Metis

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER