Fotoğraflarda kalan masum tebessümüyle ardında anlamsız sorular bırakarak aramızdan ayrılan Narin, ruhumuzu, benliğimizi, sahip çıkamamanın çaresizliğini, toplumsal reflekslerimizi yüzümüze vururcasına bir çığlık gibi büyüdü, büyüdü, ardımızda geri kalmışlığımızın utancıyla yüreğimize bir yumruk gibi oturdu.
Masum yüzlü, sadece 8 yaşında olan bir çocuğu koruyamamanın kahredici ezikliğiyle, benliğimizin isyanıyla, günlerce kayıp olarak aranırken 19 günün sonunda cesediyle karşılaşmanın ve neden öldürüldüğüne ilişkin soruların anlamsız kaldığı, manipülatif haberlerin can yakıcı acı gerçekler şeklinde sunulmasıyla, yakınlarınca, bilip susanlarca cevaplandırılamayan sorularla birlikte toplumumuzu derin bir hüzne gark etti.
Her acı olayın can yakıcılığının en yakınları tarafından hissedilmesi, “Ateşin düştüğü yâri yakması” bir gerçek olsa da, topluma mal edilen, sürekli tv ekranlarında, sosyal medyada mütebessim fotoğrafı yayımlanan Narin, hepimizin kızı, çocuğu gibi empati oluşturmamıza sebebiyet verdi ve yüreğimizi yaktı.
Çağdaş dünyanın yüzyıllar gerisinde yaşamlarını devam ettiren primitif düşünceye sahip topluluklar, geleneklerini dinsel ritüeller gibi kutsayan anlayışlarını bir maharet gibi sunmaya devam ederken, maalesef daha çok Narin’ler ve narin kadınların ölümlerine şahit olmak durumunda kalacağız.
Eğitim sisteminin bir türlü eğitemediği, geleneksel feodal yapıların tutucu bağnazlıkları çıkmazında ata erkil bir toplumda öldürülen gencecik bir fidanın heder edilmesinde; suçu sadece herkesin her şeyi bildiği halde suskun kalmasında mı aramalıyız?
Boğularak öldürülen bir narin bedenin çırpınışlarının ruhları muazzap eden insanların duygusallığında mı? Akrabalık bağlarının bile yumuşatamadığı bir çığlığın soğuk yüzünün acımasızlığında mı? Yoksa bir toplumu bütünüyle suçlu ilan eden faşizan kabileci milliyetçiliğin öç alma duygusunda mı aramak lazım?
Kapalı bir toplumun, feodal bağnazlığının suskun tezahüründe yaşanan despotlukların, cesaretle gün yüzüne çıkarılarak özgür bireylerin oluşturduğu onurlu bir hayata geçmek mi zor? Yoksa korkuların girdabında kabullenmek mi?
Günümüz dünyasında küreselciliğin sınırları ortadan kaldırdığı bilişim çağında, kendi derin dehlizlerimizde geleneklerimizi, korku ve endişelerimizi daha ne kadar devam ettirebileceğiz?
Ya çağımızın özgür ruhlarının çırpınışının arayışına tezahür eden bireyler olacağız…
Ya da geleneklerinin kurbanı olmaktan kurtaramamanın ezikliğini yaşayan Teba…
Seçim bizim…
Saygılarımla….
YORUMLAR